25 Aralık 2014 Perşembe

Dünya Bankası Belgeleri

Dünya Bankası'nın Gizli Belgeleri...



Efendim, sorması ayıp, Joseph E. Stiglitz'ı tanır mısınız?

Pek sanmıyorum: Ne hikmetse Media'mız, işine gelmeyen, kişi, kuruluş ve sorunları, göz ardı etmekte rakipsizdir, oysa Stiglitz de, çalıştığı kuruluş da, uğraştığı konularda, bizim Media'nın en "işine gelmeyecek" şeylerle uğraşıyor!.

Önce kim bu zat? Columbia Üniversitesi'nde (ABD) İktisat Profesorüymüş, ünü büyük, zira 2002 yılı Nobel Ekonomi Armağanı ona verilmiş, evet! Bu arada, hani o çok içli dışlı olduğumuz "küresel" örgüt var ya, Dünya Bankası, onun başkan yardımcısı olmuştu, görevde bir süre kaldıktan sonra, bir söylentiye göre kovuldu, bir iddiaya göre, istifa etti, çünkü Prof. Stiglitz Dünya Bankası'nın ve -ikiz kardeşi- Para Fonu'nun (IMF), "Küreselleşme" kamuflajı altında, gerçekleştirdiği "tahribata" tahammül edememiş, olayları, dünya kamuoyuna açıklamaya başlamıştı: yaşadığı "serencamı" kitap halinde de, yayımladı; neyi anlattığını, kitabın adı, özetlemeye yetiyor "Büyük Düşbozumu" / "La Grande Desillusion!" (Fayard Yayınevi, Paris, 2000)

Olay Türkiye dışında, her tarafta tartışılıyor, işin ilginç yanı, daha çok da Batı ülkelerinde: ünlü "Le Monde Diplomatique", "IMF'ye Karşı Etiyopya Kanıtı" başlığıyla, Stiglitz'ın eserinden, iki tam sayfalık pasajlar yayımladı (Nisan, 2002). Daha şaşırtıcı olanı, BBC'deki "mülakat" The Observer'den (Guardian Media Grubu) Gregory Palast ile BBC'den Alex Jones bu mülakatta, "Dünya Bankası'nın Gizli Belgeleri, Arjantin'i Bitiriyor" başlığı altında, Dünya Bankası ve IMF'nın olanca "marifetini" sayıp döktüler (4 Mart 2002) Ülkemizde "mülakatın", hâlâ bu kuruluşlardan yardım bekleyen, bazı "bedbahtları intibaha getirebileceğini" düşünerek; internetten bana ulaştırılan metni, herkesle paylaşmaya karar verdim.

İbreti âlem için!

BBC / 4 Mart 2002 Pazartesi

Alex Jones: Bu dünyayı altüst edecek olan bir şey. Bunu bize açıklayabilir misiniz ve ekonomistler bu konuda neler yaptılar.

Gregory Palast: Evet önce size iki şey söyleyeceğim Bir, Dünya Bankası'nın kovmuş olduğu J.E. Stiglitz ile konuştum. Dolayısıyla, hem BBC'de, hem de Guardian'da, onu bu olay sonrası sorguya çekmek için vakit ayırmış biriyim. Tıpkı Görevimiz Tehlike dizisinde olanlar gibiydi, biliyorsunuz, karşı taraftan bir adam sizin tarafa iltica eder ve siz onu sorgulamak için saatler harcarsınız Böylece, Dünya Bankası'nda neler olduğu hakkında, içeriden bilgi almış oldum Bunun yanı sıra onun dışında başka kaynaklarım da vardı Stiglitz, bana Dünya Bankası veya IMF'ye ait herhangi bir gizli belge vermedi fakat diğer başka insanlardan bu iki kuruma ait yığınla gizli belge geçmiş bulunuyor.

Alex Jones: Yani onu ayırıyorsunuz, başkası verdi diyorsunuz.

Gregory Palast: Hayır, hakikaten böyle. Onun belge işiyle bir ilgisi yok, ben gerçekten farklı kaynaklardan yığınla belge elde ettim.

Alex Jones: Yani aynen W199I belgesini sizin ve bizim aynı kişilerden almamız gibi

Gregory Palast: Ve bu yüzden olan şeylerden biri de; Dünya Bankası Başkanı Jim Wolfensen ile CNN'e çıkacaktım, ama o, eğer beni çıkarırlarsa kendisinin CNN'e asla bir daha çıkmayacağını söyledi Ve CNN yapabileceği en çılgınca şeyi yaptı ve beni programdan çekti

Alex Jones: Yani şimdi tam bir boykot tehdidi var

Gregory Palast: Evet, doğru. Bizim bulduğumuz şuydu Söz konusu bu belgeler gösteriyor ki, temelde ulusları kendileriyle gizli anlaşmalar yapmaya zorluyorlar, o anlaşmalarda uluslar, stratejik varlıklarını satma sözü veriyorlar, kendilerini mahvedecek ekonomik adımları atma sözü veriyorlar ve eğer bu adımları atmaya yanaşmazlarsa, her ulusun ortalama olarak altına imzasını atması gereken yüz on bir madde var. Eğer bu adımları atmazlarsa uluslararası kredi imkânları kesiliyor. Uluslararası piyasada hiç borç para bulamaz hale geliyorsunuz. Hiç kimse kredisiz yaşayamaz, kişi de olsa, şirket de olsa, ülke de olsa yaşayamaz, borç para almadan, kredisi olmadan...

Alex Jones: Yarattıkları borç-enflasyon çukuru yüzünden.

Gregory Palast: Evet, şimdi, bakın, olan şeylerden biri şu idi. Yakın zamanda elime geçen gizli Arjantin belgelerinden, gizli Arjantin planından örnekler var elimde. Bu belgede Dünya Bankası Başkanı Jim Wolfensen'in imzası var. Bu arada, bilinsin diye söylüyorum, belgeleri ele geçirdiğim için bana gerçekten çok kızdılar, ama belgelerin gerçek olup olmadığı konusunda rekabete girmediler. Önce denediler. Önce bu belgelerin varlığını inkâr ettiler. Televizyonda, onlara gösterdim. Ve internette bazı alıntıları yayımladım, aslında elimde bazı kopyaları.

Alex Jones: Greg Palast nokta com mu?

Gregory Palast: Evet, gregpalast.com. Sonra bunlar geri adım attı ve dediler ki, evet bu belgeler gerçektir, ama biz sizinle bu konuyu tartışmayacağız ve sizi zaten yayından uzak tutacağız. Yani, bu iş böyle Ama dedikleri şu, bakın, Arjantin gibi bir ülkeyi alıyorsunuz, biliyorsunuz alevler içinde şimdi Beş haftada beş başkan değiştirmiş, çünkü ekonomi tamamıyla harap edilmiş.

Alex Jones: Şimdi altı olmadı mı?

Gregory Palast: Evet, haftalık başkanlar gibi gözüküyor, çünkü ulusu bir arada tutamıyorlar. Ve bu oldu, çünkü 80'lerin sonunda IMF ve Dünya Bankası emirleri ile tüm varlıklarını, kamu varlıklarını satmaya başladılar. Yani ABD'de asla yapmayı düşünmeyeceğimiz şeyler, içme suyu şebekesinin satılması vs.

Alex Jones: Yani insanlardan vergi alıyorlar. Büyük hükümet yaratıyorlar ve büyük hükümet de topladığını özel IMF/Dünya Bankası'na transfer ediyor. Geri dönersek, sizin de zarif bir şekilde açıkladığınız dört bölüme geri dönmek istiyorum, politikacıların İsviçre hesaplarına milyarlarca dolar gönderiyorlar bu el değiştirmeyi yapmak için.

Gregory Palast: Doğrudur.

Alex Jones: Fakat bu şimdiye kadar görülmüş en önemli olaylardan biri o zaman, bayım Pardon, lütfen devam edin siz.

Gregory Palast: Yani olan olay şu, - bu sadece bir tanesi, fakat bu arada, öyle her önüne gelen bu olaylarda rol alamaz Buenos Aires içme Suyu Şebekesi'ni üç kuruşa Enron denen şirkete sattılar. Arjantin ve Şili arasındaki boru hattı satıldı, Enron denen şirkete satıldı.

Alex Jones: Ve şu Küreselleşmeciler, varlıkları Enron'dan kurdukları bir paravan şirkete devrettikten sonra Enron'u patlatıp çalıntı malları hallettiler.

Gregory Palast: Anlamışsınız Ve bu arada, biliyorsunuz, boru hattını neden Enron'a verdiler, çünkü 1988'de George W. Bush diye bir adamdan telefon geldi.

Alex Jones: İnanılmaz, bayım Bizden ayrılmayın. Greg Palast ile konuşuyoruz.


...Ekonomiyi, Yerle Bir Ediyorlar!...


"Sistem'in ruhu", Her çeşit Media'nın, sıkı denetim altına alınmasındadır; kamuoyu, onun vasıtasıyla "uyutuluyor"; bu böyle! Dili uzun bir meslektaş olan Alex Jones, yürütülen "küresel vurgunu", tek cümleyle özetleyivermiş, ne diyor: ".. bu "özelleştirme" filan değil: halktan çalıyorlar ve IMF/Dünya Bankası'na devrediyorlar". Media'nın gıkı çıkmıyor, neden, çünkü o, zaten "Küreselleşmeciler"in "denetimi" altındadır. Gregory Palast, Lord Wakeham'dan bahsederken, bunu apaçık söylememiş mi?

"... bu adam gerçek bir olay, karışmadığı hiçbir danışıklı dövüş yok; yaklaşık elli yönetim kurulunda yer alıyor. (...) Yâni inceleyecek, "Denetleme Komitesi"nin, başında bulunması bekleniyor. (...) Burada bu adama dokunamazsınız, çünkü dediğim gibi, Media'yı kendisi denetlemektedir; yâni şikâyet ederseniz, biliyorsunuz ki adamın eli kaleminizin ucunu tutuyor..."

Gazeteciyseniz, olayda iki nokta, sizi fena çarpacaktır: "karşı" tarafın uluslararası çapına ve gücüne rağmen, Gregory Palast gibi, Alex Jones gibi, "yürekli" meslektaşlar, elde kalem gerçekleri ve halkların çıkarlarını savunmaktan, asla geri durmuyorlar; bu, o meseldeki 'bardağın, dolu tarafı'; 'boş tarafına' gelince, onu galiba çevrenize bakarak, 'bizzat' bulmak zorundasınız: malûm ya bizde 'kumanda', 'idare-i maslahat'ın elindedir.


Yan cepte, yüz milyonlarca dolar!..


Alex Jones: Greg Palast ile konuşuyoruz. Kendisi ödül sahibi bir gazeteci, BBC için, Londra Guardian için çalışan bir Amerikalı, büyük bir bombayı, Küreselleşmeciler ve onların suç harekâtları üzerine, daha yeni bıraktı. Yaptığına başka bir şey denemez. Yayınladığı diğer önemli raporlar için infowars.com'a bağlanabilirsiniz, veya kendi sitesi gregpalast.com'a bağlanabilirsiniz. IMF/Dünya Bankası'nın yaptıklarını yıllardır görüyoruz. Geliyorlar, içme suyu şebekelerini, demiryollarını, telefon şirketlerini, kamulaştırılmış petrol şirketlerini, benzin istasyonlarını devretmeleri için politikacılara para veriyorlar, böylece politikacılar onlara bedava veriyor Küreselleşmeciler kişilere ödüyorlar, İsviçre bankalarına milyarlar. Ve plan şu: tüm halk için tam bir kölelik. Tabii Enron, para aklama, uyuşturucu parası için falan, paravan bir şirketti., bunu burada daha önce röportaj yaptığımız gazetecilerden biliyoruz. Bu muazzam büyüklükte bir olaydır ve inanılması güçtür. Fakat şu an olan da budur. Greg Palast bunu tüm dünyaya açıklamış bulunuyor Dünya Bankası'nın eski baş ekonomisti ile görüştü. Efendim, lütfen buradan devam edin. Yani bizi dinleyen kendi kabuğunda, sıradan bir insan için, ifşa ettiğiniz sistem nedir?.

Gregory Palast: İfşa ettiğimiz şu: Ekvador veya Arjantin, sistematik olarak ulusları parçalıyorlar. Sorun şudur, bu kötü fikirlerin bazıları ABD'ye geri akıyor. Diğer bir deyişle, artık kan alacakları başka yer kalmıyor. Ve sorun şu, söz konusu adam baş ekonomist, küçük bir memur değil. Bu arada, iki ay önce kovulduktan sonra, ona Ekonomi dalında Nobel ödülü verdiler. Yani, aptal biri değil. Bana söyledi, özelleştirmenin ve kamu varlıklarının satılmasının planlandığı ülkelere gitmiş. Ve aslında, biliyorlardı, ülkelerin liderlerinin, bakanlarının yüz milyonlarca doları yan ceplerine aldıklarını açıkça biliyorlardı, fakat başlarını öbür tarafa çeviriyorlardı.

Alex Jones: Ama bu özelleştirme falan değil. Halktan çalıyorlar ve IMF/Dünya Bankası'na devrediyorlar.

Gregory Palast: Genellikle tanıdıklara devrediyorlar örneğin, Citibank Arjantin işinde çok büyüktü ve bankalarının yarısını kaptı. British Petroleum da Ekvador'daki boru hatlarını kapmıştır. Enron'un da bütün ülkede içme suyu şebekelerini kaptığından bahsettim. Ve sorun şudur, bu şebekeleri de mahvediyorlar Artık Buenos Aires'te içme suyu bulamıyorsunuz. Yani bu sadece bir hırsızlık olayı değildir Musluklardan su akmıyor Yani bu, kamuyu soyarak zengin olmaktan da öte bir şey

Alex Jones: Ve IMF, Büyük Gölleri devretti. Şimdi su arzının tamamına sahipler Chicago Tribune'de yazıldı.

Gregory Palast: Şimdi buradaki sorunumuz şu, bakın, IMF ve Dünya Bankası yüzde 51 oranında ABD Hazinesi'ne ait. Yani soru şu oluyor, bunlara koyduğumuz para karşılığında ne alıyoruz? Öyle gözüküyor ki, aldığımız birkaç toplumda ortaya çıkan kargaşa ve yakıp yıkma. Endonezya alevler içinde. Bana anlatıyordu, Baş Ekonomist, Stiglitz bana anlatıyordu, neler oluyor diye kendine sormaya başlamış. Bildiğiniz gibi, hangi ülkenin işine burnumuzu soksak, onların ekonomisini mahvediyoruz ve sonuçta alevler içinde kalıyorlar. Stiglitz işte bunu sorguladığı için atıldı. Fakat Stiglitz'in söylediğine göre ayaklanmalar bile planlamışlardı. Bir ülkeyi sıkıştırdığınızda ve onun ekonomisini mahvettiğinizde, sokaklarda ayaklanma olması doğaldır. Ve buna IMF ayaklanmaları deniyor. Başka bir deyişle, eğer sokaklarında ayaklanmalar varsa siz kaybediyorsunuz. Bütün sermaye ülkeden kaçıyor ve bu da IMF'ye yeni şartlar koşması için fırsat veriyor.

Alex Jones: Ve bu onları daha da çaresiz yapıyor. Yani ülkeleri çökertmek için tam bir ekonomik savaş ve şimdi savaşı burada da Enron vasıtasıyla yapıyorlar

Gregory Palast: Daha dün, buradan, Paris'ten, Kaliforniya'daki Enron'u araştıran eyalet başmüfettişleri ile konuştum. Bana bu adamların oynadığı bazı oyunları anlattılar Kimse işin bu tarafına bakmıyor. Kazığı yiyenler sadece hissedarlar değil. Özellikle Teksas ve Kaliforniya'nın kamu parasından milyonlarca, milyarlarca dolar emdiler.

Alex Jones: Varlıklar nerede 'Bakın, herkes Enron hayali bir şirket olduğu için geriye hiçbir varlık kalmadığını söylüyor' burada konuşan uzmanlara göre, tüm varlıkları başka şirketlere ve bankalara transfer etmişler.

"Bul karayı, al parayı üçkâğıdı"

Gregory Palast: Doğrusu, evet, bu iş tam bir bul karayı al parayı üçkâğıdına döndü. Demek istiyorum ki, esasen altta para var. Siz Kaliforniya'daki elektrik faturalarını ödediniz çünkü, müfettişlerin bana anlattıklarına göre bu faturalar olması gerekenden aşağı yukarı 9.12 milyar dolar fazla şişirilmişlerdi. Ve şimdi bilmiyorum kimden bu parayı geri alacaklar.

Alex Jones: Evet, eyalet yöneticisinin megawatt başına 137 dolar ödediğini, sonra da bunu Enron'a geri 1 dolara sattığını ve bunu tekrar ve tekrar yaptığını ortaya çıkarmışlar.

Gregory Palast: Evet, sistem tamamıyla kontrolden çıkmıştı ve bu adamlar da tam olarak neler olup bittiğini biliyorlardı. Anlamak zorundasınız ki, Kaliforniya'daki (kamu hizmetleri) sistemin serbestleşmesi için tasarımları yapanların bizzat kendileri işlerini bitirir bitirmez Enron'da çalışmaya başladılar. Aslında, şimdi ben burada Londra'dayım, ve İngilizlerin de bazılarının bunda sorumluluğu var Enron'u denetleme komitesindeki bir adam da, Lord Wakeham. Ve bu adam gerçek bir olay, karışmadığı hiçbir danışıklı dövüş yok

Alex Jones: Ve bu adam NM Rotschild'in Başkanı.

Gregory Palast: Bu adamın parmağının olmadığı bir şey yok Yaklaşık elli yönetim kurulunda yer alıyor. Ve sorunlardan biri şu, Enron'un kayıtlarını nasıl tuttuğunu inceleyecek müfettişler kurulunun başkanının da bu adam olma durumu var. Fakat aslında onlar (Enron), bu adama bir köşede danışma ücreti ödüyorlardı. Margaret Thatcher'ın hükümetinde yer aldı ve Enron'un İngiltere'ye gelmesine ve bu kuruluşun İngiltere'deki elektrik santrallarını satın almasına izin veren kendisiydi. Ve İngiltere'nin ortasında içme suyu şebekesi onların mülkiyetindeydi. Bu adam işte bunları onayladı ve sonra buna yönetim kurulunda bir iş verdiler. Ve yönetim kurulunda bulunmaktan öte, büyük bir danışmanlık kontratı verdiler. Yani biliyorsunuz, şimdi bu adamın, hesapları nasıl verdiklerini inceleyecek denetleme komitesinin başında bulunması bekleniyor.

Alex Jones: Medyayı denetleyen bir yönetim kurulunun da başında.

Gregory Palast: Evet, öyle, ben büyük sorunlarla karşılaşıyorum, çünkü beni de denetliyor.

"Serbest değil, zorlama ticaret!"

Alex Jones: Ayrıca şimdi yeni bir kanun çıkartıyorlar İngiltere'de, arazinizde bulunan 800 yıllık kuyulara, hatta kimi yerlerde Romalılardan kalma 2000 yıllık kuyulara su saati koyacaklarını söylüyorlar Kendi suyunuza sahip olamayacaksınız.

Alex Jones: Evet, işte bu Lord Wakeham. Yani işte Enron'un adamı bu demek istiyorum. Bu adam tam bir olay. Burada bu adama dokunamazsınız çünkü dediğim gibi medyayı kendisi denetlemektedir. Yani şikâyet ederseniz, biliyorsunuz ki, adamın eli kaleminizin bir ucunu tutuyor.

Alex Jones: N. M. Rotschild'ı eşelerseniz hepsini orda bulursunuz. Lütfen bize o dört noktayı anlatın. Elinizde belgeleri var. Yani IMF/Dünya Bankası çökertmesi, dört nokta, bir ülkeyi nasıl çökertiyorlar ve insanların kaynaklarını nasıl imha ediyorlar.

Gregory Palast: Doğru önce sermaye pazarlarını açıyorsunuz. Yani, yerel bankaları yabancı bankalara satıyorsunuz. Sonra fiyatları piyasa belirler diyorsunuz. Bu iş, her şeyi serbest piyasanın belirlediği, Kaliforniya'daki gibi, sonra evinize gelen su faturaları ortada - ABD'de su şirketlerinin satılabileceğini hayal bile edemeyiz. Ama Enron gibi özel bir şirketin, suyunuzun sahibi olduğunu düşünün bir. Sonra da fiyatların tavana fırladığını. Sonra da sınırlarınızı serbest ticarete açıyorsunuz, tam serbest piyasacılık. Ve baş ekonomist olan Stiglitz -bu sistemi onun çalıştırdığını unutmayalım,- kendisi onların hesap adamıydı, ve bu işin afyon savaşlarına benzediğini söylüyor. Bunun Serbest ticaret olmadığını, zorlama ticaret olduğunu söylüyor. Bu yolla ekonomileri yerle bir ediyorlar.


Küreselleşme Yürümüyor!..


Üniversiteli genç kız merak etmiş, epostayla soruyor "- Stiglitz'e, kitabına, ve yazdıklarıyla ilgili, BBC'deki 'mülakata', bu derece önem vermek gerekir mi? 'Özelleştirme'nin ve 'Küreselleşme'nin, aslında 'yağmacılık' olduğunu, 'Sosyalist sol' yıllardır söylemiyor mu?" Bir yerde, haklı, meraklısı hatırlayacaktır, son yirmibeş yıldır, söyleşilerimde, bilinmez kaç kere Cherill Player'ın -Türkçeye de çevrilmiş- "Borç Tuzağı" adlı eserinden söz edilmiştir ki, açıkladığı, IMF/Dünya Bankası 'ikizlerinin, 'Sistem'in hizmetinde olduğu gerçeği idi.

Stiglitz'in farkı nerede? Sanıyorum kendisi de 'Liberal' hatta 'Küreselleşme'ci olduğu halde, 'IMF/Dünya Bankası' 'ikizleri'nin, dünyanın başına bela kesildiğini, açık açık söylemesinde. Bakar mısınız ne diyor "Şahsen Küreselleşme'nin, başta yoksul ülkeler olmak üzere, yeryüzü insanlarını zenginleştirme potansiyeline sahip, yararlı bir güç olabileceği kanısını taşımaktayım!"

Bu kafadaki bir 'liberal' iktisatçının, kitabını bitirirken şu söyledikleri, bizdeki -ve dünyadaki- tartışmasız ve heyecanlı IMF/Dünya Bankası 'yandaşlarını', iki kere düşündürmelidir " bugün 'Küreselleşme ' yürümüyor, hele yoksullar için, hiç yürümüyor, çevreciler için, hiç yürümüyor, dünya ekonomisinin istikrarı açısından, hiç yürümüyor!" Peki ya sizin yöneticileriniz, bu yürümeyen sürece umut bağlamış, Türk halkının Cumhuriyet tarihi boyunca gerçekleştirdiği 'birikimi' şuna buna, hele 'ecnebiye' peşkeş çekiyorsa?, öyle sanıyorum ki Stiglitz'in eserinin, o eserden yola çıkarak Gregory Palast'la Alex Jones'un, BBC'deki mülakatının, bizim için neden önem taşıdığı kolayca anlaşılır

Hoca'nın 'karla peynir ekmek yemek' meseli; bir kere daha doğrulanıyor 'Küreselleşme'yi icat eden onlar ama, kötü olduğunu ve işe yaramadığını, işte kendi ağızlarıyla itiraf ediyorlar


Ve kamunun söz hakkı yok !


Alex Jones: Bakın Çin bize yüzde 40 vergi uyguluyor, biz onlara yüzde 2 uyguluyoruz Bu serbest ve adil bir ticaret değildir, bu Küreselleştirmeciler'in, endüstrileri tamamıyla denetim altına aldığı bir ülke olmaya zorlamaktır

Gregory Palast: Evet Walmart'ı biliyorsunuz - bir hikâye hazırlamıştım, aslında o, eğer kitabımı okursanız. Yakında çıkacak, biraz sözünü edeyim, 'Paranın Satın Alabileceği En iyi Demokrasi', Amerika'nın nasıl satışa çıkarıldığını anlatıyor, bu hafta çıkacak kitapta, Walmart'ın Çin'deki yedi yüz üretim tesisinden bahsediyorum Siz duvardaki Amerikan kartallarına bakmayın, Walmart mağazalarında, Amerikan malı hiçbir şey bulunmaz

Alex Jones: Orwel'in '1984' adlı eserinde anlatıldığı gibi, orada da Amerikan Malı Satın Alın' diye bayraklar asılıyordu ve pek az şey vardı içerde - Orwel'ci bir ikiyüzlülük!

Gregory Palast: Hatta daha da kötüsü. Bir fabrika kiralıyorlar, sonra bir tane daha kardeş fabrika kiralıyorlar, bu ikincisi bir hapishanenin içinde oluyor. Walmart için tüm o sevimli şeyleri üreten işçilerin çalışma şartlarını bir düşünün. Gerçekten de

Alex Jones: Ve eğer elitçilere bir insan karaciğeri lazım olursa, bir telefon etmeleri yeterli.

Gregory Palast: (Gülerek) Biliyorum, çok vahşi Aslında, bir adamla konuştum, adı Harry Wu, hapse girmiş biri, Çin hapishanesinde 19 yıl kalmış Anlattığı korkunç hikâyelere kimse inanmadı, içeri tekrar girdi, yanına bir de kamera aldı ve koşulların resimlerini çekti ve göstererek Walmart'ın mallarının üretildiği koşullar bunlar dedi, hepsi.

Alex Jones: Ben de burada, Austin'de TV'den atılmakla tehdit edildim, çünkü zincire vurulmuş 4 yaşında toplama kamplarındaki Yahudilerden daha zayıf görünen, ölüme terk edilmiş küçücük kızlar vardı, onları yayımlamıştım. Ve aynı görüntüleri bir daha yayımlarsam tutuklanacağım şeklinde tehdit edildim.

Gregory Palast: Biliyorsunuz, bunlar korkunç şeyler ne yazık ki, bunları bana verdiler ve Stiglitz ortaya çıkıp bunları söyleyerek çok cesurca davrandı Dediğim gibi, bana belgeleri veren o değil. Belgelere onay mührünü vurmuş oldular, çünkü o tam bunlar oluyor demişti. Gerçekten de adamların dedikleri şu; noktalı çizginin olduğu yeri imzalayın ve her ulus için uygulanan 111 koşulu kabul edin. Ve kamunun söz hakkı yok, başlarına ne belaların geldiğini bilmiyorlar bile Tüm bildikleri.


Rüşvetleştirme...


Alex Jones: Özelleştirmeye dönsek Şu dört noktadan devam edelim Anahtar bu Politikacılara her şeyi elleriyle versinler diye milyarlar gönderiyorlar.

Gregory Palast: Evet, o bu işe rüşvetleştirme adını taktı, diyelim ki, su şirketini satıyorsunuz ve değeri 10 yıllık getirisi üzerinden diyelim 5 milyar dolar, nedir yüzde 10'u, 500 milyon, bu işin nasıl döndüğünü bundan anlayabilirsiniz Ben iki hafta önce bizzat kendim bir Arjantinli senatörle görüştüm. Kamerayla kaydettim 1988'de George W. Bush'un kendisini bizzat aradığını ve Arjantin'deki gaz boru hattını Enron'a vermesini istediğini söyledi, bu adam bizim şimdiki başkanımız. Kendisinin gerçekten iğrenç bulduğu ise Enron kendilerine dünya gaz fiyatının beşte birini ödeyecekmiş ve o 'Böyle bir teklifi nasıl yaparsınız' diye sormuş. Ve ona denmiş ki -George Bush tarafından değil, onun işin içinde olan başka bir ortağı tarafından- valla eğer biz beşte bir ödersek o zaman sizin İsviçre bankası hesabınıza yatacak meblağ bayağı bir artar. Ve işte işler böyle yürüyor

Alex Jones: Bu

Gregory Palast: Film elimde. Bu adam çok muhafazakâr, Bush ailesini çok iyi tanıyor. Arjantin'de kamu işleri yöneticisiydi ve dedi ki, evet, böyle bir telefon aldım. Ona sordum, dedim ki, George W. Bush mu? Evet dedi, Kasım 1988, adam aramış ve demiş ki Enron'a boru hattını verin Şimdi bu, 1994'e kadar Ken Lay'ı tanımıyordum diyen aynı George W. Bush'tur. Yani biliyorsunuz.

Alex Jones: Yani şimdi bunlar şu sıra aklama soruşturmaları yapmaktalar Biliyorsunuz, dün Houston'da Enron'daydım, şimdi burada Austin'deyim Kapıdan 10 metre kadar uzakta, sağda kaldırımda kayıttaydım, goriller gelip dediler ki çekemezsiniz Ben de hadi durmayın, tutuklayın beni dedim Greg düşünsene kaldırımdayım o sıra.

Gregory Palast: Biliyorsun, mayısta oradaydım. Britanya'daki insanlara diyordum ki, Enron'u hiç duymadınız, ama -Ve bu hükümeti nasıl çözmüş bu adamlar- aslında, bazı ilginç belgeler gördük. Bush başkanlığı devralmadan bir ay önce, Bill Clinton -Zannederim Bush'un büyük bağışçısı Enron'la hesaplaşmak adına- Enron'u Kaliforniya enerji piyasasından dışlıyor Enerji fiyatlarına bir ücret tavanı koyuyor Yani normal fiyatın 100 misli fıyatlandıramıyorlar. Bu Enron'u kızdırıyor Dolayısıyla Ken Lay'ın bizzat kendisi Dick Cheney'ye bir mektup yazıyor ve Clinton'ın fiyat tavanı uygulamasını kaldırmasını istiyor. George W. Bush ofisine geçtikten sonra 48 saat içinde Enerji Bakanlığı Enron'un kelepçelerini çıkartıyor. Peki, bunun o adamlar için parasal anlamı nedir? Biliyorsun ki, bir hafta içerisinde daha önce (Seçim sırasında Bush'a) yapılmış olan tüm bağışlar karşılanmış olmalı.


...Hani "Sis Çanı" Görevindeydik?


Gregory Palast'la Alex Jones'ın, bu uyarıcı ve öğretici TV mülakatı, sizce hangi sona bağlanıyor'? Arjantin'de olup bitenler, Stiglitz'ın çarpıcı açıklamaları ve Venezüella'da oynanan dört günlük tragedya/komedya, bırakın Sosyalist Sol İntelligentsia'yı, oyunu, hiç değilse kurallarına uygun oynamak isteyen, Liberal/Kapitalist aydınları da, isyana sevk ediyor, kısacası, gelişmesi mümkün, fakat 'göze kestirilmiş' her ülkenin, elini kolunu bir güzel bağlayıp, seni kurtaracağız diye, onu bir güzel mahvediyorlar tablo bu! Ülkenin içinde, ele geçirdikleri Komprador/Oligarşi'yi (Bürokrasi + Burjuvazi) kullanarak, sözde yeni Dünya Düzeni'ni gerçekleştiriyorlar ama, bu yaptıkları, -bazı safdillerin sandığı gibi- özgür ve hakkaniyete uygun bir 'özelleştirme' ve ''küreselleşme'nin, gezegene uygulanması değil, tam tersine, 'küresel' bir 'Oligarşi'nin, duruma el koyması!

Türkiye, aşağı yukarı yarım yüzyılı geçen, halkçı ve toplumsal direnişine rağmen, adım adım, Palast ve Jones'ın pek etkileyici olarak anlattıkları 'uçurum'un, kıyısına getirilmiştir bir yandan IMF/Dünya Bankası 'ikizleri', bir yandan Avrupa Birliği (Karen Fogg 'rezaletleri' dizisi), ülkenin ekonomik bir tutarlılık içinde kalkınma teşebbüsünü, torpillemekle kalmamış, toprak bütünlüğüne ait kötü niyetleride açığa çıkarmıştır Dehşet verici olan, bu hile ve dolaplardan yararlanacak 'Sistem' ülkelerindeki, namus ve haysiyet sahibi aydınlar, seslerini yükseltir, dünya kamuoyunu uyarmaya çalışırken, Türkiye gibi bazı ülkelerdeki bilim, sanat (kültür) ve siyaset çevrelerinin, en derin bir hâb-ı gaflete yan gelmiş olmalarıdır Hani 'sis çanı' görevindeydik?


Köpek balığı bankalar, hangileri?


Alex Jones: Patlatmakta olduğunuz bombalara bakın Bakanlar ile, IMF/Dünya Bankası başekonomisti ile röportaj yapıyorsunuz 'bütün bunlar ve elinizde belgeler var, insanların İsviçre'deki hesaplarına paralar yatırılıyor, bütün bunlar oluyor. Sonra ikinci bölüm başlıyor, çöküntüyü başlattıktan sonra ne yapıyorlar.'

Gregory Palast: Evet, sonra size bütçenizde kesintiye gitmenizi söylüyorlar. Arjantin nüfusunun beşte biri ıssız ve onlara dediler ki, işsizlikle ilgili sosyal yardımları şiddetle kısacaksınız, emeklilik fonlarını kapatacaksınız, eğitim bütçenizi küçülteceksiniz, yani berbat şeyler kastediyorum. Şimdi siz, bu adamların yarattığı ekonomik durgunluğun tam ortasında bir de bütçenizi kısarsanız, hiç şüphe yok ki bu ülkeyi mahvedecektir. Eylül 11'deki saldırının arkasından hemen Bush çıktı ve ekonomimizi kurtarmak için 50 ila 100 milyar dolar harcamak zorundayız dedi. Biz bütçe kısmaya başlamıyoruz, siz önce ekonominizi kurtarmaya çalışmak zorundasınız. Fakat bu ülkelere, kesintiye, kesintiye ve kesintiye gitmek zorundasınız diyorlar. Peki neden, kendi iç belgelerine göre; yabancı bankalara ödemelerini yapabilmeleri için 'yabancı bankalar yüzde 21 ila yüzde 70 arasında faiz alıyorlar. Bunun adı borç verirken köpekbalığı gibi davranmaktır. Aslında o kadar kötüydü ki, Arjantin'e, bunu yapmayı önleyen yasalarını iptal etme şartı da koştular, çünkü neredeyse tüm bankalar Arjantin yasalarına göre borç veren köpekbalıkları haline gelmişlerdi.

Alex Jones: Ama Greg, sen kendin dedin ve belgeler de gösteriyor. Bu ortamı yaratmak için önce ekonomiyi çökertiyorlar. Bunun için gerekli tüm iklimi yaratıyorlar

Gregory Palast: Evet ve sonra diyorlar ki, şey, hay Allah, bu durumda size ancak şu köpekbalığı faizi oranları üzerinden borç verebiliriz! Biz ABD'de insanların yüzde 75 faiz işletmesine izin vermiyoruz. Bu köpekbalıklığı yapmaktır.

Alex Jones: Bunu yaptıktan sonra 3 ve 4. bölümde ne yapıyorlar.

Gregory Palast: Dediğim gibi, ticaret için sınırları açarsınız, çağımızın afyon savaşları budur. Ve bir kere ekonomiyi mahvettikten sonra, hiçbir şey üretemez hale gelince, en berbat şeylerden biri şu oluyor, ulusları ilaç ve benzeri şeyler için inanılmaz paralar ödemeye zorluyorlar. Ve bu arada uyuşturucu ticaretine sebep olan da budur, çünkü onlar için bizlere uyuşturucu satmanın dışında hayatta kalmanın başka bir yolu kalmamış oluyor...

Alex Jones: Ve aynı CIA, yani ulusal güvenlik diktatörlüğü, bunları ülkeye sokarken yakalandı.

Gregory Palast: Eh işte. Sadece müttefiklerimize yardım ediyoruz!

Alex Jones: Tüm bunlar inanılmaz. Ve böylece, tüm dünyayı dibe doğru sürüyorlar, ekonomilerini parçalıyorlar ve parçaları da binde bir fiyatına satın alıyorlar, IMF/Dünya Bankası Planı'ndaki 4. Bölüm nedir'?


"Darbe" gibi gözüküyor


Gregory Palast: 4. Bölüm, devlet idaresinin parçalanması ile sonuçlanıyor. Ve bu arada, gerçek 4. Bölüm hükümet darbesidir. Size söylemedikleri bu. Ve ben de bunu Venezüella olayında yeni keşfediyorum. Venezüella Başkanı çok kısa bir süre önce beni aradı.

Alex Jones: Ve kendi şirketsel hükümetlerini yerleştiriyorlar.

Gregory Palast: Dedikleri şu, ortada seçilmiş bir hükümet başkanı var, ve IMF açıkladı, bakın dinleyin şimdi, eğer başkan görevden uzaklaştırılırsa IMF geçiş hükümetini destekleyecekmiş' Politikaya karışacağız demiyorlar 'sadece geçiş hükümetini destekliyorlarmış. Esasında dedikleri şu, eğer askerler şimdiki başkanı devirirse darbe hükümetinin parasını ödeyecekler, çünkü Venezüella'nın şimdiki başkanı IMF'ye hayır dedi. Bu adamlara pılınızı pırtınızı toplayın dedi. Uzmanlarını gönderdiler, sonra da şunu yapın, bunu yapın dediler. Ve o da dedi ki, Ben hiçbir şey yapmak zorunda değilim. Benim yapacağım şu dedi, petrol şirketlerinin vergilerini iki katına çıkaracağım, çünkü Venezüella'da petrolümüz çok. Petrol şirketlerinin vergilerini iki katına çıkaracağım ve dolayısıyla elimde sosyal programlar için ve hükümet için gerekli çok para olmuş olacak' ve çok zengin bir ulus olacağız. Şimdi bakın, bunu yapar yapmaz, orduyu kaşımaya başladılar ve bakın buraya yazıyorum Venezüella Başkanı üç ay içinde ya koltuğundan devrilecek ya da vurularak öldürülecek. Petrol şirketlerinin vergilerini arttırmasına izin vermeyecekler

Alex Jones: Greg Palast, sorun şu. Bunu siz en başta söylemiştiniz. Daha da hırslanıyorlar, şimdi bunları ABD'ye yapmaya başladılar. Gördüğüm bütün deliller gösteriyor ki, Enron paravan bir şirketmiş, diğer bir çığırtkan şirket yani, varlıkları çalıp daha eski küresel şirketlere devrediyorlardı, sonra çuvalladılar ve emeklilik fonlarını çaldılar. Şimdi bize diyorlar ki, terörizm kapıda. Eğer haklarınızdan feragat etmezseniz sizi vuracak. Bush, bir nükleer saldırı halinde gizli hükümetin karar verme mekanizması içinde olması gereken insanları ve Kongre'yi bu işe karıştırmıyor. (Washington Post: Kongreye Gölge Hükümet Hakkında Bilgi Verilmedi) Elimizde bilgilendirilmemiş bir Temsilciler Meclisi Başkanı var bir kere. Bu bir darbe gibi gözüküyor. Ben bunu tüm açıklığı ile söyleyeceğim. Bizim bu gerçekleri yaymamız lazım, aksi takdirde bu hırslı yaratıklar sonuna kadar götürecekler bu işi.

Gregory Palast: Bir konuda çok üzgünüm. Bu hikâyeyi İngiltere'nin belli başlı yayın organlarında duyurdum. Lord Wakeham'a rağmen BBC'de çalışıyorum. Orda olmamdan hoşlanmadığını biliyorum. BBC'deydim, ayrıca New York Times'a vs. ye eşit sayılan en önemli günlük gazetelerden birinde çalışıyorum, yani bu bilgiyi (İngiltere'de) duyurduk. Ve çok çok üzgünüm ki, bizim bir alternatif basınımız olması şart (ABD'de), bir alternatif radyo şebekemiz ve anlamlı olan bilgiyi yayabilmek için başka ne lazımsa ona sahip olmamız şart. Her Amerikalının bu tür bilgilere ulaşabilme olanağının olması gerektiğini söylüyorum. Yani her şeyden önce bu bizim kendi hükümetimiz.


Atilla İlhan


*Bu yazılar Atilla İlhan'ın Cumhuriyet Gazetesi'nde 8.5.2002, 10.5.2002, 13.5.2002; 15.5.2002 günleri yayınlandı.

21 Aralık 2014 Pazar

Siyasal Propaganda

Başkalarının kanaatini değiştirme girişimlerinin konuşmanın gelişmesiyle birlikte başladığı kabul edilir. Konuşma vasıtası ile insanları fizik güce başvurma gereği kalmadan kullanma ya da ikna etme imkanı ortaya çıkar. "Beyin yıkama" sözü, asıl silahın sözel ve sembolik olduğunu açığa çıkarır. Din değiştirme, politik kışkırtma, sağlık propagandası, kitle iletişim araçlarının halk üzerindeki etkisi, fikir işçiliğiyle meşgul olanların kitleleri yönlendirmesi iddiası ve totaliter devletlerde politik fikir aşılama uygulamalarının daha meşum tarzları ; insan düşüncesini değiştirme konusunu teşkil eden tüm bu şeyler, çekici bir bilim ve ahlak konusu haline gelmiştir.

Oxford sözlüğü propagandayı "bir doktrin ya da uygulamayı yaymak için desteklemek ya da tasavvurda bulunmak" olarak tanımlar. Kendi kendinin yerini alan fikirler değil, yetiştirilmiş olan fikirlerdi.

Ve bu kelime, meşum, yalancı ve bir kişi ya da grubun genellikle gizli vasıtalarla kullanmaya teşebbüs ettiği bir yönteme işaret eden bir anlam kazandı. Propagandanın şeytanca, hoş olmayan ve çok keresinde budalaca, ama yine de rızaları olsun ya da olmasın insanları eleştirerek onları güçten yoksun bırakıcı bir silah olması şeklindeki bu karışık duygular yukarıdaki açıklamaların ortaya koyabildiğinden daha derin köklere sahiptir. Propagandacının her zaman, belli bir doktrini ya da uygulamayı yaymak gibi açık seçik işler yapmıyor oluşudur. Savaş zamanı propagandasında olduğu gibi çok sık bir şekilde yalnızca bir grup lehine ya da aleyhine şiddetli nefret ya da taraftarlık duyguları meydana getirmeye çalışır.

Sokrat, problemlere hazır cevaplar sunarak değil, soruşturma yoluyla öğrencilerinin gerçeği kendileri için keşfetmelerini sağlarken kuşkusuz propaganda yapmıyordu. Sağlık şubesinin sigara içilmesine son vermeyi, Yeni Gine’de kafa avcılığının durdurulması ya da Hindistan’da kocalarının cenaze töreninde kadınların kendilerini öldürmeleri uygulamasının durdurulmasını amaçlayan kampanyalar gibi.

Alternatif görüşlerin bulunmayışı halinde bilinçli ya da bilinçsiz propagandadan söz etmenin anlamsız olduğunu gördük. Katolik Propaganda Cemaati ancak Kilise yeni doktrinlerin etkisini yaşamaya başladığında ve Hristiyanlaştırılacak yeni ülkelerin varlığı söz konusu olduğunda vücut buldu.

Sansür şekliyle propaganda iki türde olabilir: haberin bir görüş açısı lehine olarak ayıklanarak / seçilerek denetim altında tutulması; ve, bir etki oluşturmak amacıyla haberin orijinal halini bozarak farklı hale getirme.

Propaganda olarak sansürün ikinci tipi olan haberin bozularak kullanılmasının klasik örneği Bismarck’ın meşhur Ems telgrafıdır (1870). Konu Hohenzollernli Leopold’un İspanya tahtına çıkıp çıkmayacağıdır; aday Bismarck tarafından desteklenmektedir, Fransızlar ise karşıdır. Böylece, 141 bin kişinin hayatını kaybettiği Fransa-Prusya savaşı başlar.

Daha mütevazi bir ölçekle tiyatroların ortak uygulaması, önemli eleştirmenlerden alıntıları veren posterler için çok keresinde, orijinali itibariyle çok aleyhte olabilen bir eleştiriden daha lehte bir etki meydana getirmek için belli bir bölüm çıkarıp almaktır.

Eğitim İngiltere’de, diğer gelişmiş ülkelerden sonra, ancak 1870 yılında zorunlu hale getirildi. Reformcuların çoğunluğu ataları gibi bağnaz ve hoşgörüsüzdü. Reform Kiliseyi alt gruplara bölerek zayıflattı.

Queens College’den (New York) Kimball Young propagandayı şöyle tanımlıyor:

"Telkin ve ilgili psikolojik teknikler vasıtasıyla fikirleri ve değerleri değiştirme ve neticede de kararlaştırılmış bir çizgiye paralel olarak davranışları değiştirmek amacıyla sembollerin az ya da çok isteyerek, planlı ve sistematik olarak kullanılmasıdır. Propaganda açık olabilir, amacını açık ya da gizli tutabilir. Psikolojik ve kültürel nitelikleri anlaşılamasa bile sosyal kültürel çevrede daima bir yeri vardır."

Buna göre propaganda:

"İlgili kişi (ya da kişilerin) telkin vasıtasıyla gruplarının tutumlarını ve sonuçta da bu grupların hareketlerini kontrolleri altına almak için yaptıkları sistematik faaliyetlerdir."

Doob bir başka yerde propagandanın muhtevasını konu edinir ve şöyle der:

"Propaganda, belli bir zaman diliminde bir toplumdaki bilim dışı ya da müphem olduğu düşünülen bir değeri yok amacıyla kişileri etkileme ve kişilerin davranışlarını kontrol altına alma teşebbüsüdür. Bir görüş açısının yayılmasının bir grup tarafından ‘kötü’, ‘haksız’ ya da ‘gereksiz’ diye düşünülmesi o grup standartlarına göre propagandadır."

Eğitimci ağır işleyen bir gelişme sürecini, propagandacıysa çabuk sonuçları hedef alır. Eğitici insanlara nasıl düşüneceklerini; birisi kişisel sorumluluk ve açık bir zihin, diğeriyse kitle etkilerini kullanarak kapalı bir zihin meydana getirmeye uğraşır.

Komünist olmayan bir Amerikalının Justice Holmes’e daha kaba bir biçimde açıklamış olduğu gibi: 

"Filozoflar, her şeyin yolunda olduğunu kanıtlamak üzere zenginler tarafından ücret karşılığı tutulmuş kişilerdir."

Örneğin çiçekçiler; satışları arttırmak için Anneler Günü fikrini icat ederler. Hayal kırıklığına uğradığında insan duygularının daha keskinleştiği iyi bilinen bir gerçektir. İnsanlar, kendi kişisel safdilliklerinin en düşük ortak paydada garkolma eğilimlerinden dolayı kalabalık içinde daha fazla etki altında kalırlar. Herhangi güçlü bir duygunun canlanışı, bu duygu başlangıç itibariyle propagandacıya ve onun mesajına karşı yönelmiş olsa bile kişinin etki altında kalabilirliğini arttırabilir.

Aşağıda madde madde sözünü ettiğimiz şeyler propaganda sırasında kullanılan özel telkinlerdir.

1.Kalıplaşmış İmajların Kullanışı

İnsanları kategoriler içine sokmak doğal bir eğilimdir; herhangi bir kategori içinde düşünen bu tanımlama yerleştiğinde gerçek durum hatırlanmaz olur.

2.İsimleri Bir Başka Lakapla Değiştirme

Propagandacı muhataplarını etkilemek için genellikle lehte ya da aleyhte olan deyimler kullanılır; bu deyimler duygusal çağrışımlara sahiptir. Bundan dolayı "Komünist" ya da "Rus" yerine "Kızıl", sendika liderleri için "sendika patronları" kullanılır.

3.Seçme

Propagandacı karmaşık gerçekler yığınından yalnızca amacına uygunluk arzedenleri seçer.

4. Tümüyle Yalan

Birinci Dünya Savaşı sırasındaki hammadde olarak insan kullanan sabun fabrikaları hikayelerinden Hitlercilerin büyük yalan tavsiyelerine kadar yalan, propagandacıların her zaman sermayelerinin bir parçası olmuştur.

5.Tekrar

Propagandacı, ifadelerini yeterince tekrarladığı takdirde zaman içinde muhataplarınca kabul edileceğinden emindir. Bu tekniğin bir değişik şekli sloganların ve anahtar kelimelerin kullanılmasıdır. Örneğin; "Herkese Adil Pay"

6.İddia

Propagandacı nadiren tartışır. Tezi lehine iddialar ileri sürme konusundaysa cesurdur.

7. Düşmanın Tanımlanması

Propagandacı, yalnızca bazı şeyler lehine değil, ama aynı zamanda bazı gerçek ya da mutasavver düşmanlar aleyhine de olan bir mesaj ileri sürmesi halinde düşmanın tanımlanması faydalıdır.

8. Otoritenin Teyidine Sığınma

Otoriteye sığınma telkinin tabiatında vardır. Kendisine sığınılan otorite, tanınmış bir politik kişiliğe bağlı olarak dini otorite olabilir.

Onsekizinci yüzyıl toplumu inançlar üzerine kuruludur; insanların ilgilerinde doğal bir ahenk vardır. Ondokuzuncu yüzyıl ortalarından itibarense yeni fikirlerin etkisiyle görüşler değişmeye başlar. Bu yeni fikirlerin en önemlileri:

1- Politik hayatta gerçekten önemli konuları karara bağlamada uzmanların gerekli olduğunun varsayılması;

2- İnsanın mantık dışı oluşu inancı;

3- Rousseu’nun tüm halkın egemenliği, yani kitle demokrasisi doktrini;

4- Marks ve Engels’in sınıf mücadelesini keşfetmeleriydi.

Wright Mills’in belirttiği gibi:

"Siyasi lider konuşmasını uygun kişilerle temas kurarak milli bir yayın ağıyla yapar ve bu konuşmayı liderin hiç bir zaman görmediği ve görmeyeceği milyonlar izler. Bu ‘fikir işi’ içerisinde kamu yönlendirilir."

John Vaizey'in kitabı Educatıon for Tomorrow şu önermeye dayalıdır:

"Eğitim için para harcamaya değer, çünkü eğitim ekonomiye yardım eder; çünkü eğitim, canlı bir ekonominin işbirliğinin devam etmesine imkan veren her düzeyde vasıflı işçi gruplarının meydana gelmesini sağlar."

Siyasal Propaganda

Onaltıncı ve onyedinci yüzyıllar İngiltere’sinde hem Endüstri Devrimi hem de arazi çevirmelerine zenginler sebep olmuşlardı.

Şöyle olduğu görülüyor:

a-)Tüm kitle hareketleri bağlılarını aynı tip insanlar arasından bulur alırlar ve aynı tip kafalara hitap ederler;

b-)Bu tür hareketler genellikle birbirinin rakibidir, birisinin taraftar kazanmış oluşu diğeri için bir kayıptır;

c-)Tüm kitle hareketleri birbiriyle değiştirilebilir, ve birisi kendisini kolaylıkla diğerine dönüştürebilir. Dini bir hareket toplumsal bir devrim ya da milli bir harekete dönüşebilir.

Naziler, Fransa’daki devrimciler, Rus ve Çin Komünistleri dine karşıydılar, ya da mevcut bulunan asıl dini kendilerininki ile değiştirmeye teşebbüs etmişlerdir. Naziler ve Komünistler kendi velilerini, kendi merasimlerini, resmi kitap ve sansür kategorilerini, davranış düsturlarını, ilahi ve şarkılarını meydana getirdiler. Fransız devrimi tüm ülke boyunca sunakları "bir vatandaş doğar, yaşar ve vatan için ölür" kitabesiyle kurulan yeni bir din ortaya koyar. Rus Komünistleri durumların değişmesine göre kendi dini kitaplarını yeniden yorumlamışlar, ve hatta, her bir kaç yılda tarihi yeniden yazmışlardır. Fizik ve zihin olarak sağlıklı olan bir kişi problem başlatamaz.

Devrimci liderler şu kategorilere mensupturlar: Toplumda kabul görmemiş olanlar, azınlıklar, toplumsal uyumsuzlar, akli dengesizler, iktidar arayıcıları, kıskanç aşağı-orta sınıf, gayrı memnun eski askerler ve kendilerine olan inançlarını kaybetmiş olan benciller. Bu tür kişiler özgürlük adına konuşuyor olabilirler; onları motive eden asıl şeyse Erich Fromm’un tanımlamış olduğu gibi "özgürlük korkusu"dur.

Hitler, Napolyon ve kendisini hep Asyalı olarak tanımlamış olan Stalin yönetmek üzere gelmiş oldukları ülkelerin dışından kişilerdir. Bunların çoğu yapı olarak ufak tefektir ve çoğu yoksul sayılabilecek ailelerdendir. Tüm bunların da üstünde olarak bunların hiç birisi profesyonel politikacı değildi; devrimci için siyasal tecrübe bir handikaptır.

Psyopathology and Politics isimli eserinde Harold Lasswell’in belirttiği gibi:

"Umuma ilişkin faaliyetlerin mahrem temelini keşfettiğimizde klasik ‘politik motivasyon’ tasavvurumuzun insan hayatının çeşitli oluş gerçekliğinden tuhaf bir şekilde uzak düştüğünü görürüz.”Rousseau’nun paranoyak olduğunu, Napolyon’un cinsel organlarının kısmen körelmiş olduğunu, Alexander, Caesar ve Blücher’in alkolik olduklarını, Calvin’in egzema, migren ve böbrek taşı ağrılarından muzdarip olduklarını, Bismarck’ın histerik, Lincoln’un kasvetli olduğunu ve Marat’ın da mafsal iltihabı, şeker hastalığı ve egzamayla dertli olduğunu bilmek yeterli değildir."

"Herhangi bir açık işi "kusurlu" kılan ana faktör failin diğer kişileri dikkate almaksızın davranma hakkı iddiasıdır. O bunu hırsızlıkla ya da öldürme yoluyla yapabilir, ya cezasını çeker ya da toplumsal model içinde belli sınırlar içinde iddiasını tartışılamaz yapma imkanı veren bir yer bulabilir. Bu tür kabul edilmiş ya da kabul edilebilir kusurluluk için fırsatlar neredeyse tamamen iktidar (güç) modeli içerisinde bulunur."

Açık bir şekilde, Nazi dönemi boyunca Almanya’yı yönetmiş olan kişiler politikaya kendi kişisel özellikleriyle girmişlerdir; gerçekten, zayıflığı kendisini topluma empoze etmeye götüren Hitler yukarıda sözü edilen tüm niteliklere sahiptir. Alman değil bir Avusturyalıydı, işçi sınıfı kökenli değildi ama mütevazi bir ailedendi, öfkesi burnunun ucunda bir askerdi, histerik ve paranoyak ve ayrıca başarılı olamamış bir sanatçıydı.

Hasta bir grup hasta bir lider seçer.

Hitler, Alman halkının gerçekten ne hissettiği konusunda sezgisel bir anlayışla Komünistlerden daha başarılı olmuştur, bundan dolayı da propaganda örgütü vasıtasıyla onlara duymak istedikleri şeyleri söyleyebilmiştir.

Stıesemann Almanlar hakkında şöyle söyler: "Onlar yalnızca günlük yiyecekleri için dua etmezler, günlük hayalleri içinde dua ederler."

Hayal kırıklığına uğramış kişiler acı çekmek ve kendilerini davaya feda etmek isterler. Hayal kırıklığına uğramış kişiler doğal saf dilliklerinden başka aldatılmış olmaktan hoşlanırlar. Sonuç olarak, hayal kırıklığı içindeki kişiler nefret etme ihtiyacı içindedir çünkü nefret, başkalarıyla paylaşıldığında tüm birleştirici duyguların en güçlüsüdür.

Öfke dejenerasyon (ki kendinden nefret etmedir.) için büyük çözücüdür. Herman Rauschning’in belirtmiş olduğu gibi; "Yürüme kişinin yürüyüşlerini değiştirir. Yürüme düşünceyi öldürür. Yürüme kişiliği sona erdirir."

Faşizm milletin gücünü yüceltir, milletin büyüklüğünü göstermek için tarih ders kitaplarını yeniden yazar ve milli olarak kabul edilen insan tipinin üstünlüğünü göstermek için bilimi saçmalığın akıl almaz bir fandangosu (hareketli bir İspanyol dansı) olarak yeniden modellendirir; sayılamaz ölçüde düşman sahibidir ve birçok şeye karşıdır, ancak, somut biçimde hiçbir şey içindir.

"Almanlar gayretli bir biçimde itaatkardır. Dünyadaki en az felsefi şey olan güce saygı ve bu saygıyı hayranlığa dönüştüren korkuyu açıklamak için felsefi akıl yürütmeler kullanılır."

Faşizm milliyetçidir, Komünizm uluslararasıdır. Faşizm ihraç edilmek için değildir, Komünizm ihraç edilmek içindir. Faşizm kendisine sahip bir doktrine sahip değildir; Komünizmse böyle bir doktrine sahiptir. Faşizmin açık niyetleri ilk dönemlerin politika ve ahlak filozoflarının savunduğu doğrulara karşı işlerken, Komünizmin açık niyetleri herhangi makul bir kişiye hitap edebiliyorlardı. Ateizm komünizmin açıkça ifade edilmiş olan dogmasıdır.

"Kan", "toprak", "ruh", "millet" kelimelerini vücutta dolaşan sıvıdan, bilinen anlamıyla topraktan, ilahiyatta kullanılan bir kavramdan ve halktan başka bir şeyleri kastedenler basiretli kişiler tarafından nihai olarak Hitler’in "Blut und Boden", "das Volk" ve ebedi Alman "die Seele" yönüne götüren eğilimlere sahip kişiler olarak görülürler. Onlara özgü olmamakla birlikte "izm" ekini kullanmaya Komünistler çok düşkündür.

Komünistlerin yönettiği "halk cephesine katılmaya hazır olmuş bir kişi" ilericidir; böyle bir katılmaya hazır olmayan kişi ise "reaksiyoner"dir. Benzer şekilde; özgürlük de Komünist bir toplumda yaşamaktır. Çünkü; Komünist olmayan toplumlarda yalnızca yönetici sınıf özgürdür; ezilmiş ve sömürülmüş kitlelerin oluşturduğu geri kalan kısım yönetici sınıfın aldattıkları ve hizmetkarlarıdır.

Novy Mir isimli edebiyat dergisindeki hatıralarının en son bölümünde İlya Ehrenburg tarafından "...Tanıdığım çevre içinde yarının ne getireceğini hiç kimse bilmez, ve geceleri tüm ev asansörün sesini dinlemeye durur" şeklinde güzel bir biçimde tanımlanmış olan gece yarısı kapısına vurulma korkusu kalkmış olabilir.


James A. C. Brown

17 Aralık 2014 Çarşamba

Kasabanın En Güzel Kızı

Cass, beş kızkardeşinin en küçüğü ve en güzeliydi. Kasabanın en güzel kızıydı Cass.Yarı Kızılderili.Esnek ve tuhaf bir vücudu vardı, yılanvari ve şehvetli; gözleri ise vücudu ile son derece uyumlu. Sıvı halinde akan bir ateşti. Girdiği şekle sığmayan bir ruh. Uzun, parlak, ipek gibi saçları her hareket ettiğinde sağa sola dalgalanıyordu. Ya çok neşeliydi ya da hüzünlü. Arası yoktu Cass'ta. Onun için deli diyenler vardı. İçi ölmüş olanlar. Onlar anlayamazlardı. Erkeklerin umurunda değildi deli olup olmadığı. Bir seks makinesiydi Cass onların gözünde. Cass onlarla dans eder, flört eder, ama bir iki istisna dışında iş yatmaya gelince bir yolunu bulup başından savardı.

Kızkardeşleri onu güzelliğinden yararlanmamakla, aklını yeterince kullanmamakla suçlarlardı. Oysa hem akıl vardı Cass'ta hem de ruh. Resim yapar, dans eder, şarkı söyler, alçıdan heykelcikler yapar, birileri ruhen ya da bedenen incindiğinde içinde duyardı acılarını. Pratik bir zekası yoktu işte, farklı çalışırdı beyni. Kızkardeşleri önce onu kendi sevgililerini cezbettiği için kıskanırlar, sonra da sevgililerinden yararlanmadığı için kızarlardı. Çirkin erkeklere müşfik davranır, yakışıklı erkeklerden iğrenirdi. "Hayat yok onlarda." derdi. "Mükemmel kulaklarından ve burunlarından başka bir bok düşünmezler. Yüzeyseldirler. İçleri yoktur..." Deliliğe yakın bir mizacı vardı, mizacına delilik diyenler de.

Babası alkolden ölmüş, annesi başkası ile kaçıp kızları kaderlerine terketmişti. Kızlar önce bir akrabalarının yanına sığınmış, akraba da onları bir manastıra yerleştirmişti. Manastır berbat bir yerdi. Özellikle Cass için. Diğer kızlar onu kıskanmış, kızların hemen hepsi ile dövüşmüştü. Sol kolu baştan aşağı jilet izleri ile kaplıydı. Sol yanağında da bir iz vardı, ama bu onu daha da güzelleştiriyordu.
Manastırdan ayrıldığının ertesi günü Batı Yakası Barı'nda tanıdım onu. En küçükleri olduğu için kızkardeşlerinden sonra ayrılmıştı manastırdan. Tek kelime etmeden gelip yanıma oturdu. Kasabanın en çirkin adamıydım; bu yüzden seçmişti beni belki de.

"İçki?" diye sordum.

"Tabii, neden olmasın?"

Kayda değer fazla bir şey yoktu konuşmalarımızda. Öyle bir havası vardı Cass'ın. Beni seçmişti, o kadar basitti onun için. Rahattı. İçkiyi seviyor, fazlaca içiyordu. Yaşı tutmadığı halde bara girmeyi başarmıştı. Sahte bir kimliği vardı belki de, bilmiyorum. Her neyse, her tuvaletten dönüp yanıma oturduğunda erkeklik gururum kabarıyordu. Sadece kasabanın değil, ömrümde gördüğüm en güzel kadınlardan biriydi. Kolumu beline dolayıp öptüm onu.

"Güzel buluyor musun beni?" diye sordu.

"Evet,ama başka bir şey var sende...görünümünle ilgili değil."

"İnsanlar beni güzel olmakla suçluyorlar,gerçekten güzel miyim sence?"

"Güzel sözcüğü yeterli değil."

Cass elini çantasına soktu. Mendilini alacağını sandım. Uzun bir saç iğnesi çıkardı. Davranmama fırsat tanımadan iğneyi yandan burnuna geçirdi, burun deliğinin hemen üstünden. Korku ile karışık bir bulantı hissettim. Bana bakıp güldü. "Hala güzel buluyormusun beni?" İğneyi çekip mendilimi kanayan burnuna tuttum. Barmen ve çevredekiler yediği haltı görmüşlerdi. Barmen yanımıza geldi.

"Bana bak," dedi Cass'a," bir daha sapıtırsan kendini dışarda bulursun.senin oyunlarına ihtiyacımız yok!"

"Siktir git,lan!" dedi Cass.

"Ona hakim ol," dedi barmen bana.

"Sorun yok," dedim.

"Burun benim, ne istersem yaparım burnuma," dedi Cass.

"Yapma," dedim. "Canım yandı."

"Ben burnuma iğne sokunca senin canın mı yanıyor?"

"Evet. Gerçekten."

"Peki, bir daha yapmam. Neşelen biraz."

Öptü beni gülerek. Bir eliyle de mendili burnuna bastırıyordu. Bar kapanınca kaldığım eve gittik. Bira içip sohbet ettik. Sıcak ve sevecen olduğunu işte o zaman sezmeye başladım. Farkında olmaksızın sunuyordu kendini. Yine de bazen vahşi, tutarsız bir tavır takınıyordu. Schitzi. Harikulade, ruhani, kutsal bir Schitzi'ydi. Deyyusun biri günün birinde sonsuza dek mahvedecekti onu. Ben olmam inşallah, diye geçirdim içimden. Yatağa girdik. Işığı söndürdükten sonra,

"Şimdi mi istersin,yoksa sabah mı ?" diye sordu.

"Sabah," dedim ve sırtımı döndüm.

Sabah kalkıp kahve yaptım, yatağa getirdim. Güldü.

"Geceyi pas geçen ilk erkeksin," dedi.

"Boş ver," dedim."Hiç olmasa da olur."

"Hayır," dedi."İstiyorum. Bekle, biraz tazeleneyim."

Banyoya girdi Cass. Kısa bir süre sonra döndüğünde soluğumu kesti; uzun siyah saçları, ağzı, gözleri, her yeri pırıl pırıldı... Rahat bir tavırla sergiledi vücudunu, iyi bir şeyi sergiler gibi. Yatağa girdi.

"Hadi gel,sevgilim."

Yanına uzandım. Kendini vererek ama telaşsız öpüşüyordu. Ellerimi teninde, saçlarında gezdirdim. Birleştik. Sıcak ve dardı. Sevişmeyi uzatmak için ağır bir tempo tutturdum. Gözlerimin içine bakıyordu.

"Adın ne?" diye sordum.

"Ne fark eder?" dedi.

Güldüm ve devam ettim. Giyindikten sonra onu arabamla barın kapısına bıraktım, ama zordu onu unutmak. İşsizdim o sıralar, öğlen ikide uyandım, sonra kalkıp gazeteyi okudum. Elinde kocaman bir incir yaprağı ile geldiğinde küvete gömülmüştüm.

"Biliyordum küvette olacağını," dedi, "bu yüzden şeyini örtmen için incir yaprağı getirdim sana."
Yaprağı suyun üstüne bıraktı.

"Nereden bildin küvette olacağımı?"

"Ben bilirim."

Her gün ben küvetteyken geliyordu. Değişik saatlerde banyo yapmama rağmen. Yaprağı da unutmuyordu. Sonra sevişiyorduk. Birkaç kez telefon etti. Bir gece sarhoşluktan ve çevreye rahatsızlık vermekten tutuklandı, kefaletini ödeyip onu çıkarmak zorunda kaldım.

"Orospu çocukları," dedi "birkaç içki ısmarladıkları için donuna girebileceklerini sanıyorlar."

"Sana içki ısmarlamalarına izin verdiğin an başına belayı sarıyorsun."

"Sadece vücudumla değil, benimle de ilgilendiklerini sanıyorum.”

"Ben seninle ve vücudunla ilgileniyorum. Vücudunu aşıp seni keşfedecek erkeklerin sayısının çok olduğunu sanmıyorum ama."

Altı ay uzak kaldım kentten, eyalet eyalet dolaşıp aylaklık ettikten sonra döndüm. Gitmeden önce Cass'la tartışmıştık gerçi, ama ayaklarım karıncalanmaya başlamıştı zaten, hem döndüğümde onu bulamayacağımdan emindim. Batı Yakası'na girip bir içki söyledim, yarım saat sonra içeri girip yanıma oturdu.

"Döndün demek, it?"

Bir içki söyledim ona. Boynuna kadar kapalı bir elbise vardı üstünde. Böyle giyindiğine tanık olmamıştım daha önce. Gözlerinin altına başları camdan iki toplu iğne saplamıştı. Sadece başları görünüyordu toplu iğnelerin.

"Allah seni kahretsin!" dedim, "Hala güzelliğine zarar vermeye çalışıyorsun."

"Yok canım, moda bu," dedi.

"Delisin."

"Özledim seni," dedi.

"Başkası var mı?"

”Hayır, sadece sen. Çalışıyorum ama. Ücretim on dolar. Sana bedava."

"Çıkar şu toplu iğneleri."

"Hayır, çok moda."

"Üzüyorsun beni."

"Emin misin?"

"Lanet olsun, eminim."

Toplu iğneleri gözlerinin altından yavaşça çekip çantasına soktu.

"Güzelliğinle neden uğraşıyorsun? Kabullensene?"

"Başka bir şey gördükleri yok da ondan. Bir bok değil güzellik. Uçar gider. Çirkin olduğun için talihlisin.iri seninle ilgilendiğinde başka bir şey için olmadığını biliyorsun."

"Pekala," dedim. "Talihliyim."

"Çirkin olduğunu ima etmek istemedim. Başkaları için çirkin olabilirsin. Harikulade bir yüzün var 
aslında."

"Teşekkür ederim."

Birer içki daha içtik.

"Neler yapıyorsun?" diye sordu.

"Hiç. Bir bok yapmak gelmiyor içimden. İstek duymuyorum."

"Ben de. Kadın olsaydın kendini satardın."

"Bir sürü yabancı ile o denli yakın ilişki içinde olmak istemezdim. Yılardım."

"Haklısın. Yıldırıcı, her şey çok yıldırıcı."

Birlikte çıktık bardan. Sokakta yanımızdan geçenler Cass'a bakıyorlardı. Hala çok güzeldi, her zamankinden daha güzel belki de. Evime gittik. Bir şişe şarap açıp sohbet ettik. O anlattı ben dinledim, sonra ben anlattım. Akıcı ve rahat bir sohbet. Kendi sırlarımızı yaratıyorduk. İyi bir sır yakaladığımızda o eşsiz gülümseme beliriyordu yüzünde. Sadece o gülebilirdi öyle. Alev coşkusu. Konuşurken zaman zaman birbirimize sokulup gülüşüyorduk. O gece arzulanıp yatağa girdik. Elbisesini çıkardığında boynundaki o korkunç yarayı gördüm. Geniş ve uzundu.

"Allah senin belanı versin kadın!" diye bağırdım yataktan. "Allah canını alsın, ne yaptın?"

"Bir gece kırık şişe ile denedim. Beni beğenmiyormusun artık? Beni güzel bulmuyormusun?"

Yatağa çekip öptüm onu. Beni ittikten sonra güldü. "Bazı müşteriler on doları verdikten sonra yarayı görüp vazgeçiyorlar. Onluk ben de kalıyor. Matrak değil mi?" 

"Evet,çok matrak," dedim, "gülmekten kırılacağım... Cass, deli kancık, seviyorum seni... kendine zarar vermekten vazgeç; hayatımda senin kadar hayat dolu bir kadın tanımadım."

Yine öpüştük. Sessizce ağlıyordu. Gözyaşlarını duydum. Siyah saçları ölüm bayrağı gibi yayılmıştı yatağa. Ağır, duygulu, güzel bir sevişme tutturduk. Sabah Cass kalkıp kahvaltı hazırladı. Huzurlu, mutlu görünüyordu. Bir şarkı mırıldandı. Yatakta kalıp onu seyrettim. Sonra gelip beni sarstı.

"Kalk artık, domuz! Yüzüne ve çüküne soğuk su serp, sonra da kahvaltıya gel."

Sahile götürdüm onu o gün. Yaz henüz yeni başlamıştı, hafta sonuydu, tenhaydı sahil. Harikuladeydi. Berduşlar paçavraları ile kuma uzanmışlardı. Bazıları taş banklara oturmuş şişeyi paylaşıyorlardı. Martılar telaşsız ve aptal uçuşlarındaydılar. Yetmişlik-seksenlik karılar kocaları öldükten sonra kendilerine kalacak evleri satıp satmamayı tartışıyorlardı. Her şeye rağmen huzur vardı havada. Denize doğru yürüdük. Çok az konuşarak. Mutluyduk birlikte. İki sandviç, biraz cips ve içecek bir şeyler aldım. Kuma uzanıp atıştırdık. Birbirimize sarılıp uyuduk bir süre. Sevişmekten bile güzeldi sanki. Gerilimsiz bir birlikte akış. Uyandıktan bir süre sonra eve döndük. Yemek pişirdim. Yemekten sonra birlikte oturmayı teklif ettim. Bir şey söylemeden uzun uzun baktı bana. Sonra yumuşak bir sesle

"Olmaz," dedi.

Onu bara bıraktım, çıkmadan önce eline bir içki tutuşturdum. Bir ambalaj fabrikasında iş buldum. Hafta öyle geçti. Dışarı çıkamayacak kadar yorgun oluyordum, ama Cuma gecesi Batı Yakası'na gittim. Oturup Cass'ı bekledim. Saatler geçti. Barmen yanıma geldiğinde sarhoş olmak üzereydim.

"Kız arkadaşın için üzüldüm," dedi.

"Neden?"

"Özür dilerim. Haberin yok mu?"

"İntihar. Dün gömdüler."

"Gömdüler mi?"

Her an kapıdan girecekmiş gibi bir his vardı içimde. İnanamıyordum.

"Kızkardeşleri kaldırdı cenazesini."

"Nasıl?"

"Gırtlağını kesmiş."

"Anlıyorum. İçkimi tazele."

Kapanış saatine kadar içtim. Cass. Beş kızkardeşinin en güzeli. Kasabanın en güzel kızı. Arabayı eve sürerken düşünüyordum. "Hayır," dediğinde üstelemeliydim. İstemişti beni, şüphe yoktu. Tembel, ilgisiz, bencilce davranmıştım. İkimizin de ölümünü haketmiştim. Köpeğin tekiydim. Hayır, köpeklerin ne günahı vardı? Evde bir şişe şarap buldum, içtim. Cass, kasabanın en güzel kızı yirmisinde öldü. Dışarda götün teki klaksonuna basıp duruyordu. Israrla. Şişeyi fırlatıp avazım çıktığı kadar bağırdım.

"ALLAHIN CEZASI OROSPU ÇOCUĞU! KES ARTIK!"

Gece üstüme üstüme geliyordu ve yapabileceğim hiç bir şey yoktu.


Charles Bukowski 

1 Ekim 2014 Çarşamba

Bir Halkın Bütünleşmesi

Aynı kan, aynı dil, tapınaklarla kurbanlar ortak,
gelenek ve görenekler de benzerdir.

Herodotos

Barbarların (şu anlaşılmaz biçimde konuşanlar) tersine aynı dili konuşmaları nedeniyle Yunanlılar köklü bir bilince sahiptir. Köyden köye, şehirden şehire benzer bir ritim içinde, daha çok da açık havada yaşarlar. Pek çok yerleşim yeri tepe yamaçlarına kurulmuştur; bunlara bir de, önceleri saldırı halinde sığınma yeri, sonraları tanrıların evi sayılan Akropol yani yukarı şehir egemendir.

Büyük siteler ticarette çok ileridir, sanat eserleri bütün Yunanistan'da elden ele dolaşır. 

Homeros türü şiirler çocuk eğitiminin temelini oluşturur. Bütün Yunanlılar insan bedenine, beden eğitimine, güzelliğe ve konukseverliğe öncelik tanır ve aynı tanrıların varlığına inanırlar. Tapınaklar mahkumlara, sahiplerinin zulmünden kaçan kölelere, galiplerin elinden kurtulan askerler sığınma hakkı tanır. Büyük tapınaklar oyunlar için geniş kalabalıklar toplar, kişisel ya da toplu hac ziyaretine konu olurlar.

Yunanlılara bütünlük duygusunu tarihsel olaylar verir. Örneğin, Troya savaşı ve daha sonraları da kudretli Pers İmparatorluğu'nu yendikleri Pers savaşları (MÖ 490-479).


Notlar:
  • Büyük tapınakların çevresinde komşu siteler arasında konfederasyonlar (amphiktyonia) meydana gelir. Delos'ta bahar zamanı Apollon bayramları kutlanır, siteler buraya heyetler (theoria) gönderir.
  • MÖ 490'da Maraton'da Persler çok ağır bir yenilgiye uğrarlar. "Ölen 192 Yunanlı tam savaş yerinde bir tümülüse gömülmüştür.  Bu tümülüsten her gece at kişnemeleri ve vuruşanların gürültüsüne benzer bir gürültü duyuluyor." Pausanias

Kaynak: Yunan ve Roma Mitolojisi, C. Estin ve H. Laporte.

30 Eylül 2014 Salı

Atina Demokrasisi

MÖ V. yüzyılın ortalarında Atina'da demokrasi ya da halkın iktidarı gerçekleşir. Aslında bu iktidar sadece yurttaşların yani Atinalı ana babadan olan özgür insanların meydana getirdiği ayrıcalıklı bir azınlığın elindedir.


Yurttaş Hak ve Görevleri


Her yurttaşın siyasi müzakerelere meclis (ekklesia) seçimlerine katılmaya, yasa teklif etmeye veya yasada değişiklik istemeye hakkı vardır. General seçilebilir, hakimlik ya da jüri üyeliği kurası çekebilir, bir ay için yönetimde daimi komisyon (prytaneia) üyesi olabilir, servet üzerindeki vergi miktarına itiraz edebilir, haklarına saygı gösterilmesi için dava açabilir.

Vergi ödemekle, askerlik hizmeti yapmakla, savaşmakla (donanımını da sağlayarak) yükümlüdür. Site tanrılarına saygı göstermekten, siyasi yaşama katılmaktan ve çocuk sahibi olmaktan sorumludur. Yasalara aykırı bir eylemde bulunursa yurttaşlık haklarını kaybetmek, malları müsadere edilmek ve hatta sürgüne gönderilmek tehlikesiyle karşılaşır. Suçlama reddedilirse suçlayan ceza görür.


Metoikoslar ve Köleler


Atina'da oturan yabancılar yani metoikoslar orada çalışmak ve ticaretle uğraşmak hakkına sahiptirler. Ancak, ek vergiler öderler ve siyasi yaşamın dışındadırlar.

Hukuk açısından köleler birer kişilik olmayıp sadece erkek veya kadın bedenidirler. Çoğu satın alınmış savaş esiridir. MÖ 430'da yaklaşık 250.000 nüfus içinde Atina yurttaşı 45.000, köle 125.000 kadardır.

En fakir yurttaşın bir ya da iki, en zenginin ise elli kadar kölesi olur. Köle sahibi onun üzerinde ölüm kalım hakkına da sahiptir. Ne ki, kendisine kötü davranılan kölenin bir tapınağa sığınma hakkı vardır. Atina göreceli yumuşaklığı ile tanınmıştır; orada köle azat etmek olağandır. En ağır çalışma koşulları Laurion gümüş madeninde uygulanan koşullardır, o vakitler bu maden yoğun bir biçimde işletiliyordu.


Kaynak: Yunan ve Roma Mitolojisi, C. Estin ve H. Laporte.

29 Eylül 2014 Pazartesi

Perikles Yüzyılı

Filozoflar kral olmadıkça ya da şu kral denen
kimseler gerçek filozoflara dönüşmedikçe siteler
için onların kötülüklerinin sonu gelmeyecektir.

Platon

MÖ 459'dan 432'ye dek Atina olağanüstü bir refah dönemi yaşar. Orada Perikles, iktidarı Strategos (başkomutan) niteliğiyle kullanmaktadır. Yaşlılar Meclisi'ne ve mahkemeye girmiş olan fakirlerle arkhon (yüksek dereceli memur) olabilecek fakirleri kayırır.
Çok iyi yetişmiş biri olan Perikles siteyi, parlak düşünce adamları merkezi ve Yunan dünyası için bir model haline getirdi. O dönemde Atina'da şair Sophokles ile Euripides, heykeltıraş Pheidias, tarihçi Herodotos, filozof Anaksagoras yaşamışlardır.

Perikles, Pers savaşları sırasında harap olan Akropol'ü onartır. Propileler inşa edilir, aynı şekilde Pheidias'ın yönetiminde Parthenon Tapınağı ve krizelefantin (altın ve fildişi kakma) tekniğiyle Athena Parthenos heykeli yapılır. Barışı güvenceye almak için Perikles, donanmayı ve Pire Limanı'nı geliştirir, Atina emperyalizmini pekiştirir.


Kaynak: Yunan ve Roma Mitolojisi, C. Estin ve H. Laporte.

28 Eylül 2014 Pazar

Sparta, Savaşçı Site

Bir şehir, kalesini asla kaybetmez;
eğer onu taçlandıran duvarlar tuğladan
değil de insandan ise.

Plutarkhos

Bereketli Eurotas vadisinde, adı henüz Lakedaimon olan Sparta toprakla uğraşan bir site, gururla kendi kabına çekilmiş eski bir kaledir. Yalnız gerçek Spartalılar ya da eşitler MÖ XII. yüzyıl Dor fatihlerinin mirasçısı olurlar. Devlet onlara yenilmiş halkların soyundan gelen serflerin, heilosların ekip biçtiği bir toprak parçasının gelirini verir. Perioikoslar özgürdür, ancak bütün siyasi haklardan yoksundurlar, diğer işlerle uğraşırlar.

Eşitler asker olmak için dünyaya getirilip büyütülür. Sekiz yaşından yirmi yaşına kadar spora dayalı bir eğitim görür ve çok sıkı kamusal bir disipline uyarlar. Onlara acıya dayanmak; aldatma, çalma, adam öldürme gibi hangi yoldan olursa olsun hayatta kalmak öğretilir. Otuz yaşına kadar yatılı yaşarlar, eşleriyle buluşmak hakları bile yoktur, ancak gizli gizli buluşabilirler. Ne ki, onlar da devlet için Çocuk yapmaktan sorumludurlar.

Kamu işleri yirmi sekiz üyeden oluşan Yaşlılar Meclisi'ne bırakılmıştır. Bu, bir oligarşi ya da küçük bir azınlık yönetimidir. İki de kral vardır ki bunların hemen hemen biricik görevi orduya komuta etmektir.

Sparta'nın pek kolonisi yoktur, fakat MÖ VIII. yüzyılda komşu Messenia'yı fethederek halkını köle haline getirir. Ticaret teşvik edilmez, ziyaretçiler iyi kabul görmez, bazen de kapı dışarı edilirler. 

MÖ VII. yüzyılda Sparta edebiyat ve sanat alanında büyük bir gelişme gösterir. Sonraki yüzyılda site, yarı mitolojik bir kişilik olan Lykurgos ile yeni bir düzene girer. Artık Sparta sanattan vazgeçer ve kendini yalnız askeri gücüne adamak için başkaca herşeyi bırakır.


Kaynak: Yunan ve Roma Mitolojisi, C. Estin ve H. Laporte.

MÖ VIII-VII Yüzyıllarda Yunanistan

Bütün siteler önce monarşiyi tanımış olmalıdır. Büyük toprak sahiplerinin, çoğunlukla zora başvurmadan, iktidarı ele geçirmeleriyle monarşi biter.

Toprak sahipleri kökenlerinin kutsal olduğunu rahatlıkla öne sürerler. Hesiodos bunlara şişkolar der. Ticareti geliştirmişlerdir. Paranın icadı, o güne kadar malın malla değişimi biçiminde yapılan alışverişi kolaylaştırır. MÖ VII. yüzyılda zenginlerle yoksullar arasındaki uçurum büyür. Ticaret ve sanayi ile zenginleşen bir orta sınıf belirir; bu sınıf yönetime katılmak ister, yasaların yazılı olmasını savunur.


Yasa Koyucular


Yasa koyucuların çabası bir yüzyıla yayılır. Çeşitli toplumsal sınıfların uzlaşması ile seçilen ve mutlak yetkilerle donatılan yasa koyucular soylulara karşı halka (demos) zafer sağlamışlardır. Sparta'da Lykurgos bunlar arasında en eskisi olup neredeyse mitolojik bir kişiliktir. MÖ 621'de Atina'da Drakon zalimce boyutta sert bir yasalar bütünü ilan eder (hala Drakon tarzı yasalardan söz ediyoruz). Nihayet, hem tüccar ve gezgin, hem filozof, şair ve devlet adamı olan Solon ile yasalara bir yumuşama gelir.


Tiranlar


Ancak, sitede (polis) düzen ve birlikteliğin sağlanmasındaki zorluklar tiranlığı ortaya çıkarır. Başlangıçta tiran sadece yönetici, halkın önderi, hatta kurtarıcısıdır. İktidarı tek başına kullanır, ama halkın gönlünü kazanması gerekir. En tanınmışı ve MÖ 561 ile 528 arasında üç kez Atina tiranı olan Peisistratos bu şehre şairleri ve sanatçıları çeker; yapılarla ve Panathenaia gibi bayramlarla itibarını daha da yükseltir.


Kaynak: Yunan ve Roma Mitolojisi, C. Estin ve H. Laporte.

Kolonileştirme

Phokaialılar uzak yol gemiciliğini
gerçekleştiren ilk Yunanlılardır; 
Adriya'yı, Tiren Denizi'ni, İberik'i,
Tartassos'u tanıtan onlardır.

Herodotos

İlk koloniler İonya ve Eolis boylarını adalara ve Küçük Asya'ya doğru süren Dor istilasına rastlar. MÖ IX. yüzyıl sonlarında bütün Ege Denizi havzası artık Yunan'dır.

Korsanlığın dizginlenmesine, stratejik noktalarda egemenlik kurulmasına çalışılır. Ancak, en önemli etken ekonomiktir: Nüfus artmakta, toprak az gelmektedir. Böylece Rusya'nın güneyindeki buğday tarlalarına erişmek için Karadeniz kıyılarında acenteler açılır.

Göç etmeden önce gidilecek ülke ve koloninin kesin yerini açıklayacak bir kahine danışılır. Ana siteyle olan resmi bağ daha çok dinseldir. Bir koloni özerkleşince bu kez de kendisi koloniler kurar. Örneğin, Milet'e doksan beş koloni mal edilir. MÖ VI. yüzyılda Pers baskısı Yunanlıları Küçük Asya'dan kaçırır. Phokaialılar Korsika'ya gider, Marsilya'yı kurarlar.

Böylece, hep kıyı kolonilerine dayalı Büyük Yunanistan meydana gelir. Bütün Akdeniz'de sanatı, dili, gelenekleri ve mitleriyle Yunan kültürü yayılır.

Tersine, koloniler de asıl Yunanistan'ı etkileyebilirler. İonya buna örnektir. Pers egemenliğine rağmen İonya'da parlak bir uygarlık devam eder. Yunanistan'a oranla orada toprak daha verimlidir, gök daha açık, yaşam daha zengin ve şehirler daha anıtsaldır. İonyalının gülümsemesi, Dor'un sertliği ile karşıt olarak, heykellerin çekiciliğinde, şiirlerin ve müziğin canlılığında, bayram şenliklerinde ve zevk inceliğinde karşımıza çıkar.


Kaynak: Yunan ve Roma Mitolojisi, C. Estin ve H. Laporte.

Karanlık Çağlar

MÖ XII-IX Yüzyılları

Nasıl ki sarp bir dağın kurumuş
vadilerinde şaşılası bir yangın
parlar ve saldırır da sık orman 
yanarsa ve yel durmadan alevleri
her yana savurur ve de döndürürse,
işte bunun gibi, elinde mızrağı ile
Akhilleus de bir tanrı gibi, öldüreceği
savaşçıların üzerine atılarak her yana 
yetişir. Her tarafta kara toprak kana 
boğulur.

Homeros

Troya Savaşı


Olay, tanınmış iki destanın doğmasını sağlamıştır: İlyada ve Odysseia. Küçük Asya'da, Hisarlık'ta, MÖ 2700 ile 1200 yıllarıyla tarihlenen üst üste sekiz şehrin yıkıntıları bulunmuştur. Şehirlerden biri, olasılıkla MÖ 1230 sıralarında çok acımasız bir istila ile yok edilmiştir. Bu istila belki Mykenai yayılmacılığının son bir göstergesidir, belki de zengin diye ünlenmiş bir şehre karşı bir Akha ittifakınca yürütülen seferdir.


Dor İstilası: Demir Çağı


MÖ XI. yüzyılda kuzeyden gelen ve efsaneye göre Herakles'in ardılları yani Heraklesoğulları tarafından yönetilen bir takım Dor çobanlar Yunanistan'a ulaşırlar. Demir ve at kullanmaları bunlara, henüz Tunç Çağı'ndaki yerli halk üzerinde askeri üstünlük sağlar. Akha başkentlerini ve hemen hemen tüm tarımı tahrip ederler. Yönetimi bir tana iterler. Yazı ortadan kaybolur.
Yerli halk Arkadia'ya, sonunda büyük bir atılım yapacak olan Attika'ya ve İonya'ya (Küçük Asya'ya) sığınır. Halkın bir bölümü köle edilmiştir. Dorlar, eşitlik esasına dayalı olarak askeri bir şefin otoritesi altında toparlanan kabilelerden ibaret yeni bir toplum yaratırlar.


Notlar:
  • Polis yani şehir devleti bu dönemde doğar. Sözcük, bir akropolün yani yukarı şehrin, egemen olduğu bir şehre ait topraklar ile bu şehri besleyen köyleri ifade eder. Bu aynı zamanda politik, kültürel ve dinsel anlamda bütün halkın ortaklığı da demektir.
  • Troya önce 1870'ten 1890'a kadar, Homeros'un gerçeği söylemiş olduğunu kanıtlamak tutkusu içindeki eski tüccar H. Schlieman tarafından, sonra 1893'te W. Dörpfeld ve nihayet 1932'den 1938'e kadar C. Blegen'in Amerikalı ekibi tarafından kazılmıştır.

Kaynak: Yunan ve Roma Mitolojisi, C. Estin ve H. Laporte.

5 Temmuz 2014 Cumartesi

Girit ve Mykenai

Zamanın uzun akışının insanlar hakkında 
söyleyeceği çok şey vardır.

Euripides, Medeia


Minos Uygarlığı

VI. bin yıldan itibaren Girit, kökenini pek bilemediğimiz bir halk tarafından işgal edilmiştir. MÖ 2000'lere doğru burada gönençli, parlak bir uygarlık gelişir, ince bir lükse sahip, görkemli ve berkitilmeleri gerekmemiş saray yıkıntıları buna tanıktır. Saraylardaki zengin süslemeler pek özgür anlatımlı olup yaşam sevinci ile doludur. MÖ 1700'lere doğru Knossos bir güç merkezi olur. Yazıları henüz çözülememiş olan, doğrusal A yazısıyla yazılmış, çok sayıda belge ele geçmiştir.

Girit monarşisine, efsane kral Minos'un adından ötürü Minoyen denmiştir. Mutluluk demek olan Minos adı, Firavun ya da Caesar gibi, belki de sadece hanedan ünvanıdır. Ama, işte MÖ V. yüzyıl Yunan tarihçisi Thukydides'in bu konuda söyledikleri:

"Bir donanmaya sahip ve bugün Yunan olan denizin büyül bölümü üzerinde egemenlik kurmuş bulunan Minos geleneğin tanıdığı en eski şahsiyettir. Kiklad Adaları'na egemenliğini kabul ettirmiş ve çoğunda ilk kolonileri kurmuştur."

Girit çok sayıda depremle çalkalanmış, MÖ 1400'lere doğru bir dış ya da iç savaşla yakılıp yıkılmış, nihayet iki yüzyıl sonra bir bölümü yeniden işgal edilmiştir.


Anakarada

MÖ 2000'lere doğru Akhalar Yunanistan'a gelince Mykenai, Argos, Tiryns, Pylos çevresine yerleşirler. Dilleri Yunanca olan bu yeni gelenler bir uygarlık yaratırlar; MÖ 1400 ile 1200 arasında doruk noktasına ulaşan bu uygarlık, zaman zaman Mykenai kralının etrafında güç birliği eden özerk kralların malikaneleri olan anıtsal kalelerle belirgindir. Akhalar Girit'i egemenlikleri altına alır ve yakındoğu ile Sicilya'ya kadar uzanan seferler düzenlerler. Yüzyıllar sonra Yunanlılar bu dönemi Kahramanlar Çağı diye anımsayacaklar.

İster yerin altında, ister göklerde olsunlar Girit dinine dişil tanrısallık egemendir. Çıplak ya da giyinik yılanlı veya kayıklı tanrıça ya da yırtıcı hayvan veya ağaç egemeni tanrıça olsun, görünüşe göre tanrıçalar iki tipe ayrılmaktadır: Bir verimlilik tanrıçası, bir de bakire savaşçı. Belki de bunlar bir tek tanrısallığın, Büyük Tanrıça'nın farklı görünümlerinden başka şey değil.

Akdeniz ve Asya kültlerinin birçoğunda ortak olan bu nitelik Girit toplumunda kadının oynadığı role uygun düşmektedir: Girit'te kadın özgür, şen şakrak, akrobasi gösterilerine varıncaya dek erkeklerle yarışan bir görüntü sergiler.

Tanrıçalar kültü yılan ve ay ile yakından ilgilidir. Biri deri değiştirir, diğeri büyür ve küçülür; her ikisi de ölümü ve yeniden dirilmeyi çağırıştırır. 

Eril tanrısallık ikincildir. Yunanlılarca sonradan kabul edilen tanrı Poseidon'un adı, Tanrıça Yer'in kocası anlamına gelir. Eril öğe en çok, kuvvetin ve yaratıcı gücün simgesi olan boğa ile betimlenir. Daha sonraki bir dönemde, öyle görünüyor ki, Minos bir tanrı olarak düşünülmüştür. 

Birçok mağarada yeraltı tanrısal varlıkları kutsanmıştır.

Anakarada ise kuzeyden gelen istilacılar ülkeye, erkeğin kadın üzerinde egemenliğine dayanan ve eril tanrıları kutsayan ataerkil bir toplum düzeni yerleştirirler. Bu tanrısallık daha çok güneş ile bağlantılıdır; güneş karanlıklar alemi ile savaşım içindedir.

Minos ve Mykenai dinleri arasında bir karışma olmuştur; ancak, birkaç yüzyıl sonra bu karışımdan Yunanlılara sadece bulanık bir anı kalacaktır.


Kaynak: Yunan ve Roma Mitolojisi, C. Estin ve H. Laporte.

4 Temmuz 2014 Cuma

Bilinen Dünyanın Sınırları

MÖ IV. yüzyıldaki bir Yunanlı için bilinmezlik evinin yakınından başlar. Hemen yanı başındaki dağ kitleleri onun için gizem doludur. Kara veya deniz yolculuklarında mesafelerin kaç günde alınacağını güvenilmez bir biçimde hesaplar. Sadece İonya'lı tek tük bilgin, o da henüz pek kabaca olan haritalara sahiptir. Tarihçiler ve coğrafyacılar Peloponnes kıyılarını bile henüz doğru dürüst ortaya koyamıyorlar.

Sıradan yolcular daha çok Yunan dünyasında tanınmış birkaç tapınak ya da şehri ziyaret ederler; bu yönden Delphoi ve Delos ağırlıklıdır. Denizciler ve tacirler öteden beri bilinen ticaret yollarını izler, ama kıyı boyunca dizilmiş acentelerden öteye gitmezler; Atlantik'e geçenler azdır. Askeri seferler nedeniyle Sicilya ve Pers ülkesi bilinmektedir.

Yunanlılar kuzeyde zangün göçebe İskitler ile karşılaşır ve onlardan kereste, kehribar ve altın satın alırlar. Güneyde ise Mısırlılar, Nübyalılar ve Libya göçebeleri ile karşılaşmışlardır. Tanrılar bazı bazı egzotik halkların yanında eğleşirler.

Daha uzaklardaki, dünyamızı kuşatan şu derin ve sonsuz Okyanus'un kıyılarındaki topraklar da şenliklidir: Günbatımı'na doğru Kikloplar, Lestrigonlar ve Lotophagoslar vardır. Güneyde Etiyopyalılar (Yunanca: yanıklar) bulunur, bunların içinde de Pigmeler yaşar. Gündoğumu yönünde Hintliler vardır. Kuzeyde Kimmerler, daha ötelerde Uzak Kuzey ülkesi ile komşu olan Arimasplar yaşar. Okyanus üstünde, Hesperisler bahçesinden uzak olmayan bir yerde, Mutlular adaları yüzer, hayatlarını örnek biçimde geçirmiş olan kimseler öldükten sonra o adalarda oturur.

Kuzeyden güneye her tarafta altın, bakır ve kalay bulunmaktadır; bunlar Yunanlıyı büyüleyen madenlerdir. Ancak coğrafyacılar daire biçiminde ve ırmakların yaratıcısı olan bir Okyanus düşüncesini kesinlikle reddederler; onlara göre o uzak topraklar boştur.


Kaynak: Yunan ve Roma Mitolojisi, C. Estin ve H. Laporte.

Notlar:
  • En kuzeyde, kuzey rüzgarı poyrazın, Boreas'ın bile ötesinde, zaman zaman Apollon'un da oturduğu efsane ülke Uzak Kuzey bulunuyor. Orada ebedi aydınlık, tatlılık ve mutluluk egemendir. Halk uzun uzun ömür sürer; müzikle, dansla, şölenlerle keyif içinde yaşar.
  • Cebelitarık ile Septe kayaları Herakles Sütunları'dır. Kahraman, kayaları oralara Geryon'un öküzlerini Euristheus'e getirdiği zaman (onuncu işi) koymuştur. Bu sınırdan sonra gece ile gündüz birbirine kavuşmaktadır. Her gece güneş orada, denizin bir şeyi söndürdüğü zaman çıkardığı sese benzer bir ıslıkla uyur.
  • Pigmeler Mısır'ın güneyinde yaşar. Hera'nın onlardan birini, Pigmelerin arasında kalan öz oğlunu defalarca kaçırmaya çalışan bir leylek haline getirdiği günden beri Pigmeler leylekleri düşman bellemişlerdir. Leylek sürüleri Pigmeleri hırpalamayı sürdürürler.

3 Temmuz 2014 Perşembe

Bir Açık Hava Uygarlığı

Makedonya'nın soğuğundan Girit'in yakıcı kıyılarına dek bölüm bölüm uzanan engebeli arazi ve Adriya Denizi ile Ege'den esen rüzgarlar, yılın önemli bir bölümünün güneşli geçmesine karşın ılıman bir iklim meydana getirirler. Bu iklim mimarlığa da yansır: Yunanistan bir saraylar ülkesi değildir. Bir zorunluluk gerektirmedikçe (genel hamamlar yani Thermolar ve kütüphaneler öyle gerektirir) kamu yapılarının üstü örtülmemiştir. Akustik harikaların gerçekleştirildiği tiyatrolar ve tapınaklar kadar yargılama ve siyasi toplantı yerleri de açık havadadır.

Bunca etkinliğe dekor oluşturan Yunan görünümü işte böyledir.

Hafif giysilerden ötesine gereksinim duyulmaz, sade bir yemek rejimi ve basit bir konforla yetinilir. En zengin Atinalılar bile çok az mobilyaya sahiptir.

Buna karşılık, sosyal yaşam çok gelişmiştir. İnsanlar dükkanların içinde, agorada (halk alanı) sütunlu galerilerin gölgesinde tartışmalar yapar, meclise katılır, davalar da hazır bulunurlar. Boş, dolu her konudan, politikadan ve hatta felsefeden söz ederler. Gazete olmadığı için bütün haberler kulaktan kulağa yayılır. Filozof Sokrates hiç yazmamıştır. Tüccarlarla çana çalmak, Atina sokaklarında tartışmak yoluyla bu filozof insan düşüncesinin akışını değiştirmiştir.

Hitabet gerçek bir sanattır, hele Atina'da. Büyük hatipler tüm Yunanistan'da tanınır. Demokratik toplumda bir kimse, düşüncesini kabul ettirmek ya da davasını savunmak bakımından söz alıp konuşabilecek yetenekte olmalıdır. Gerçekte ise çoğu zaman profesyonel bir kişi, bir logographos, müşterisinin yapacağı konuşmayı hazırlardı.

Bu söylev tutkusu bütün Yunanlılar tarafından paylaşılmış değildir. Spartalılar, örneğin, kendilerini az sözcük kullanarak dile getirmeleriyle ünlüdür. Bulundukları bölgenin adından, Lakonia'dan, esinlenerek bu anlaşma biçimine Lakonizm denmesi bu yüzdendir.


Kaynak: Yunan ve Roma Mitolojisi, C. Estin ve H. Laporte.

Notlar:
  • Kamu yapılarının çoğu gibi tiyatrolarında üstü açıktır. Epidauros Tiyatrosu'nda 14000 kişilik yer bulunuyordu.
  • Palestra jimnastik yapmaya tahsis edilmiş kamusal yerdir. Her şehirde bunlardan epeyce vardır; pek genç yaşlarından itibaren erkekler buralara sık sık giderlerdi. Buralar hayvan dövüşlerininde yapıldığı yerlerdir.

2 Temmuz 2014 Çarşamba

Hayvanlar

Yırtıcı hayvanlardan aslan Yunanistan'da MÖ X. yüzyıla doğru yok olmuştur, fakat MÖ V. yüzyılda ayı, kurt ve yaban domuzu hala vardır.

Yunanistan'a at MÖ 2000 yılına doğru getirilmiş ve özellikle MÖ VII. yüzyıldan itibaren at ırkı ıslah edilmiştir. At özenle kuşatılmış ve binek olarak ya da yarışlar veya savaş için zenginlere özgülenmiştir. Bir efsane ilk at olan Skiphios'a Poseidon tarafından Teselya'da can verilmiş olduğunu söyler.

Yunan toprağı küçük baş hayvanları (koyun, keçi, domuz) beslese de Boiotia'nın verimli otlakları dışında sığır nadirdir. Köpek pek sevilen bir arkadaştır, kedi hemen hemen bilinmez.

Geçmiş zamanlarda, Mısır'da olduğu gibi, bazı hayvanlara tanrıymış gibi tapılmış olmalıdır. Bu tür kültün izlerine ancak MÖ VIII. yüzyılda rastlıyoruz. Ücra bir bölge olan Arkadia'da kısrak başlı bir Demeter'e ve bir Kurt-Zeus'a tapılmıştır.

Çok sayıda hayvan büyük bir dinsel saygı görüyordu. Bazıları tanrılara amblem oluşturur ya da birçok yerde onlara adanmışlardır. Örneğin, koyun Helios'a (Güneş), at ya da tavus Hera'ya, kaplumbağa Pan'a adanmıştır. Yırtıcı kuşlar tanrıların mesajlarını iletirler. Karganın sesi ile çalıkuşunun sesi geleceği açığa vurur.

Diğer yandan, hayvan kurban edilmesi tanrılara pek hoş gelir ve her birinin yeğlediği bir tür vardır. Pindos Dağları'ndaki genç çobanlar ayı yavrusu yakalar, onları Afrodit'e sunmak üzere koyun sütüyle beslerlerdi.


Kaynak: Yunan ve Roma Mitolojisi, C. Estin ve H. Laporte.

1 Temmuz 2014 Salı

Verimli Ova

Eğer, Perses, günün birinde çacukların ve karınla, 
yüreğin ezik, çıkıp bir lokma yiyecek için dilenmek 
istemiyorsan, ki dilenmekte hiçbir çare yoktur, tanrıların 
insanlara özgü kıldığı işlerle uğraş.

Hesiodos


Halk daha çok kıyı ovalarında toplanmıştır. Ancak, sulanabilir toprak şeritleri öylesine azdır ki çoğu kez Yunanlılar gözlerini deniz, ova ve dağın uyumlu bir bütün oluşturduğu yerlere çevirirler.

Şehir halkı ile köy halkı arasında iletişim sınırlıdır: Şehirliler sahibi oldukları tarlalara giderler, köylüler ise ürünlerini satma için şehre gelirler. Kireçli, kuru toprağını sürmek için köylü çapa ve ahşap karabasandan başka şey bilmez.

Yunanistan toprağının ancak ufak bir bölümü ekilebilir. Tatlı su az ve yaşamsal olup çok değerlidir. Küçük işletmeci acımasız bir uğraş içindedir, azla yetinir, genellikle borç altındadır. Büyük mülkler ise çoğalır.

Bütün doğal olaylara tanrıların karıştığı kabul edilir. Tarımla ilgili ayinler pek çoktur. Pınarlar Nymphe, fırtınaların şiddetli sellere dönüştürdüğü düzensiz ırmaklar ise korkunç tanrılardır. Irmak yakınlarına kutsal heykelcikler konur, dualar edilir ve bir akarsu geçilmeden önce arınılır. Her tarla sınır taşı Hermes'i simgeler.

Buğday, üretimin azlığına rağmen, beslenmenin temelidir.

Zeytin ağacı kutsaldır ve çoğunlukla devlet malıdır; dolayısıyla ne kesilebilir ne de yakılabilir. Beslenmede önemli yeri olan zeytin, zeytinyağı olarak aydınlatmada da kullanılır.

Bal, tanrıların yiyip içtiği nektar ve ambrosianın kaynağı sayılır.

Üzüm boldur. Bağ bozumu Dionysos kültüyle bağlantılıdır.


Kaynak: Yunan ve Roma Mitolojisi, C. Estin ve H. Laporte.


Mitler:
  • Bütün dünyaya buğday ekmekle görevli tanrıça Demeter, kızı da Persephone.
  • Athena, Atinalılara zeytin ağacını verir. Tanrıçanın o vakit yerden fışkırtmış olduğu kökten çıkan on iki filize MÖ V. yüzyılda hala tapılıyordu.

 

30 Haziran 2014 Pazartesi

Dağlar Ve Ormanlar


Asıl Yunanistan'da engebelerin % 80'ini dağlar oluşturur. Bu engebeler içerdeki ulaşımı zorlaştırır. Bu ülkede yayan, eşek ya da katır sırtında ağır ağır yol alınır. Haydutlarla karşılaşmak talihsizliği hep vardır. Yunanlılar soğuk ve kar kaygısı da taşırlar.

Orman yükseklerde meşe, kestane ve gürgen, aşağılarda çınar ve çam ağaçlarından oluşur. Toprak maden vermeyince, örneğin gemi iskeleti kurmak, ayrıca odun kömürü yapmak için ağaç kullanımı yoğunlaşır. MÖ V. yüzyılda ağaç ithal etmek gerekmiştir. Giderek ormanın yerini makiler alıyor ve havaya artık mersin, kocayemiş, funda, dikenli karaerik ağaççıkları ve benzeri bitkiler koku saçıyordu.

Bu yabanıl yerlerde kimlerle karşılaşılır? Haklarında hemen hiçbir şey bilmediğimiz çerçiler, gezici zanaatkarlar ve oduncularla, koyun ve keçi sürülerini yaylalarda oturan ve hemen her yerde yarı yabanıl biçimde domuz yetiştiren, koyun postuna bürünmüş çobanlarla, avcılarla, nihayet bütün sosyal sınıflardan birçoklarıyla... Yunanistan'da aslan aşağı yukarı MÖ VII. yüzyıldan itibaren yok olmuşsa da çok güçlü ve alışık kimseler kolayca kurt ve ayı yakalıyorlardı.

II. binyılın başlarından itibaren dağların çoğu kutsallaşmıştır. Oralarda Pan'la, Nymphelerle, Apollon veya Artemis'le karşılaşmak mümkündür. Yine, pek çok mağarada tanrısal varlıkların ya da kahramanların oturduğu kabul edilir. Yarlarda yuvalanan yırtıcı kuşlar tanrıların mesajlarını iletirler. Arkadia, gulyabani masalının kalıntısı olarak Kurt-Zeus'a ait çok eski bir kültü muhafaza etmiştir.


Kaynak: Yunan ve Roma Mitolojisi, C. Estin ve H. Laporte.

Deniz


Girintisi çıkıntısı bol kıyılarıyla deniz Yunan dünyasının orta yeridir. Kara ulaşımındaki güçlükler ve toprağın madence fakirliği Yunanlıları, ticaretle uğraşmak için, çok erken zamanda fırtınaların ve korsanlığın tehlikelerini göğüslemeye itmiştir. MÖ VIII. yüzyıldan itibaren, Fenikelilerin ardından onlar da Akdeniz'i boydan boya tanımışlardır.

Balıkçılar, gemiciler daha çok yazın denize açılırlar, yaz savaşların da mevsimidir. Pusula bilinmediği için Güneş'ten yön bulunarak gündüz yolculuk edilir. Gemiler ufak tonajlıdır ve belli dümenleri yoktur. Yük gemileri toparlak ve hantal yapılarıyla sıkça batarlar; yalnız MÖ VIII. yüzyılda icat edilen, üç sıra kürekli kadırga (trireme), oldukça kullanışlı ve hızlıdır.

O zamanlar Girit'ten Mısır'a en azından beş günde, İtalya'dan İskenderiye'ye de üç, dört haftada gidilirdi.

Kimi deneyimli ve gözüpek kaptanlar hariç, Yunanlı gemiciler adalar arasında çalışırlardı. Yunanistan ile Küçük Asya arasında iki yüz ada vardır. Bazı adalar kurudur, neredeyse çöldür, bazıları verimli ve zengindir (Naksos, Milo); bazıları ticari ve siyasi (Midilli, Sakız, Sisam) veya dinsel (Delos, Kithira) ilişkilerin merkezidir.

Büyük limanlarda armatörler, tacirler, işçiler, hamallar ve denizciler yan yana bulunurlar. Aralarında maldan başka haber, yolculuk öyküsü, mit vb. alışverişi de olur. Bu işlek merkezler Yunan uygarlığının yoğrulduğu potalardır.


Kaynak: Yunan ve Roma Mitolojisi, C. Estin ve H. Laporte.